Türkiye’de Devlet Adamları ve Toplumu Çürüten Siyaset

1.TARİHSEL ARKA PLAN

Türkiye’de toplumun politik bağlamda “Reşit” olmadığı; sürekli Önder, Baba, Çoban, Başbuğ, Şeyh Efendi, Hoca Efendi, Lider, Karizma… aradığı bir gerçektir. Ölüm taziyelerinde “Başınız sağ olsun” temennisi, “Baş, başa bağlıdır; baş da Allah’a”, “Balık, baştan kokar” ve “İmam, bilmem ne yaparsa; cemaat, ne yapar” deyimleri, bu gerçeği ortaya koyar. Arap-İslam siyasal tarihi, Muaviye’den itibaren siyaseti “Pratik ahlak” olarak değil; “Kurnazlık” olarak tescillemiştir. Meşhur “Arap Dâhileri (Duhatu’l-Arap)” diye bilinen kişiler, dürüstlükleri ile değil; kurnazlıkları ile meşhur olmuşlardır. Farabi, İbn Haldun, İbn Teymiyye… gibi düşünürlerin, siyaseti “Ahlak” olarak kurma çabaları, etkili olamamıştır. Hukuk alanında yaygın olan “Kitabına uydurma” ve “Hile-i Şeriyye” tutumları da, merî siyasetle paralel yürümüştür. Anayasa başta olmak üzere, yasaları iplemememiz veya etrafından dönmemiz de buradan gelir. Medrese jargonunda kullanılan: “İlm-i Siyaset” kavramı da, “Deha” kavramı ile özdeştir: “Kurnazlık”. Batıda siyaseti Ahlak olarak vaz eden filozoflar, Platon ve Aristo’dur. Makyavelli ise, Kral’a yazmış olduğu “Prens” adlı kitapta siyaseti, ahlak olarak değil; kurnazlık olarak tanımladı.

2.TÜRKİYE GERÇEĞİ

Bu arka planı göz önünde tutarak Türkiye Cumhuriyeti’ne gelecek olursak, Cumhuriyeti kuran devrimci kadrolar, erken dönemde seküler bir etik telos (Vatan-perverlik) ile hareket ettiklerini söylemek mümkündür. 1950-1980 arasında iktidar olan sağ-muhafazakâr kadrolarda da dinsel bir etik telos vardı (“Halka hizmet, Hakka hizmettir”). Menderes, Demirel, Türkeş, Erbakan, Ecevit, Baykal…birer “Devlet Adamı” hüviyetine sahiptiler: “Devlet adamı, halkının yarınını/yararını; siyasetçi, kendi yarınını/çıkarını düşünür.”

Seksen ihtilalinden sonra iktidara gelen T. Özal, -muhtemelen Amerikan deneyimi ile- ilk kez “Pragmatik” bir siyasi praksis ortaya koydu. O zamana kadar her politik parti/ideoloji, kendi yolunda giderken; onun, “Dört eğilimi” birleştirmesi ve sarf etmiş olduğu: “Benim vatandaşım, işini bilir” sözü, bu –Amerikan ruhlu- politik pragmatizmini ortaya koyar. Böylece Muaviyeizm-Makyavalizm, siyasete tekrar yerleşmeye başladı: Yalan ve Talan.

O tarihlere kadar “Devlet Planlama Teşkilatı” öncülüğünde toplumun ve siyasi erkin dişini tırnağına takarak oluşturmuş olduğu Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT), “Liberal Ekonomi” gereği elden çıkarıldı. Toplum, gelirine mümasil olmayan bir “Lüks/İsraf” tüketimine sevk edildi. Döviz, “convertible” hale getirildiği gibi; ekonomi de, küresel “İsraf Ekonomisi/Kapitalizm”e eklemlendi. “Üretim ekonomisi”nden “Rant Ekonomisi”ne geçmiş olduk. Özal ve daha sonra gelen politik figürler, Batı’nın sömürü niyetli dayatmalarına karşı koymamışlardır.

Ben, yetmişli yıllarda Erzurum/Tortumda ilkokuldan önce köyde kuzu çobanlığı, orak ile ot biçme, lojistik (Babamlara yayladan köye akşam-sabah yiyecek taşıma) ve kışları akşam-sabah ahırda hayvan bakımı); ilkokula giderken de öğleye kadar Otobüs Terminalinde (Kars’ta) nane şekeri satıyor, ayakkabı boyuyor, araba yıkıyor, hamallık yapıyordum. Yazları da inşaatlarda amelelik yapıyordum.

Herkeste emek-üretim, ticaret, meslek, ustalık, uzmanlık motivasyonu vardı. Ekonomi zayıftı, Enflasyon yüksekti. Herkes, “Ayağını yorganına göre uzatıyordu”. “Yerli Malı Haftası” kutlamaları vardı. “Damlaya damlaya göl, akar gider sel olur” yani “tasarruf” bilinci vardı. Filmlerde zengin kızları, fakir oğlanlara âşık olabiliyordu. Politik ideolojiler/davalar uğruna kavgalar veriliyor; gençler ölüyordu: “Vatanım, ha ekmeğini yemişim; ha da, uğruna bir kurşun.” Bu saydıklarıma “Nostalji” deyip, burun kıvıranlar olabilir; hayır! “İnsanlar, ruhunu şeytana satmamıştı.” yorumu, daha doğrudur.

,İki binlerin başından itibaren siyasette ve ekonomide yalan ve talan giderek ivme kazandı. Rant/talan ekonomisinin, geriye giden bin yıllık bir “Ganimet Ekonomisi” tarihi vardır. Kılıç elden düşüp; (“Tüfek icat olup, mertlik bozuldu”); yağma içgüdüsü, kendi bedenine yönelir. Ganimet gelmeyince; elde ne var ne yok hepsi satıldı. Rant/İnşaat ekonomisi esas hale geldi. Siyaset, ideolojik bir “Dava” olmaktan çıkıp; ekonomik bir “kazanç-kapısı” olmaya başladı. Partiler, anonim-şirket haline geldi.

“Büyük” olmaya neden Düşünür, Şair, Âlim ve Sanatçılar değil de siyasilerin layık görüldüğü, ayrı bir soru/sorun olmakla birlikte; “Büyüklerimiz (!), genellikle siyaseti ilkesizlik-ahlaksızlık, ikiyüzlülük, yalan-dolan, dolap, kumpas, kurnazlık, dün öyle-bugün böyle, ihale, aracılık, iş-bulma, akraba kayırma, hemşehricilik… olarak icra edince; vatandaşlar da zıvanadan çıkıp başının çaresine bakıyor. Ortalık çetelerden, mafyalardan, nitelikli dolandırıcılıktan, tağşişten, adi hırsızlıktan, dijital sahtecilikten, adli emanete teslim edilen emtiaların çalınmasından nüfuz hırsızlığından… geçilmiyor. Namuslu-dürüst, vatanperver herkesi tenzih ederim.

3.KÜRESEL BAĞLAM

Bu gidişatı, “Çağın Ruhu(Zeit-Geist)ndan bağımsız olarak düşünmek, elbette imkânsızdır. Çağın Ruhu “Tanrı’nın ölümü” ve “Çölün büyümesi” (Nietzsche), “Çoraklaşma” (T. S Eliot), “Katı/Kutsal olanın Buharlaşması” (Marx), “Kutsal Kubbenin Çöküşü” (M. Weber), “Tanrı Tutulması” (M. Buber) … olarak nitelenmişti. Alman Filozofu Byung Chul Han da çağın ruhunu pratik olarak: Haz-Hız, Performans, Şeffaflık, Anlatı ve Ritüelin kayboluşu, Enformasyon, Dijitalleşme, Sabırsızlık/Aciliyet, Kumsallaşma/Bireyselleşme ve Cemiyet/Cemaatin yok olması, Akışkanlaşma… olarak niteler. Faslı düşünür Taha Abdurrahman ise, Kalbin/Ruhun/İnsanın ölümü olarak niteler. Bu perspektiften bakınca, “Fail”lerin kendileri, az hırlı olmasa da diğer taraftan, rüzgârın önündeki yaprak gibidirler veya selin önündeki kütük gibidirler.

4.SONUÇ

Bizi ancak bir Tanrı (Allah-Rahman) ve onun insana üflediği Ruh/Vicdan kurtarabilir. Tabi ihtiyaç duyup da Kur’an’ın dediği gibi, bunlara yönelebilirsek (münib). Yok eğer, sırtımızı dönmeye devam edersek (mu’rid); Sünnetullah belli: “Canınız cehenneme!” veya “İla cehenneme zümera: Cehenneme kadar yolunuz var!” (39/71).

*Prof. Dr. İlhami Güler, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim görevlisi.

Tanrı’nın Yeryüzündeki Gölgesi: Hukuk

Hegel’in Devlet için söylediği: “Devlet, Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesidir.” sözü, gerçekte Hukuk için geçerlidir ve doğrudur. Abbasi Halifeleri için kullanılan “Zıllullahi fi’l-ard=Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” tabiri de yine hukuk için geçerli ve doğrudur; faniler için değil. Hukuk, Allah’ın Rahman, Ahkemü’l-Hâkimin, Adil, Kahhar, Cabbar, Zu-intikam… sıfatlarının yeryüzündeki tecellisidir. Politik bağlamda söylenen: “Güçlünün ‘Haklı’ değil; haklının, ’Güçlü’ olması” gerektiği ilkesi, aslında Tanrı’nın “Mutlak Güç” ile değil; O’nun, kendini ahlak ve hukuk (Sünnetullah-Misak-Ahit) ile sınırlandırmasının tezahürüdür. “Güvenilirlik (el-Emin, es-Selam)”, Kudret kadar Tanrılığın en temel olmazsa olmazlığıdır (sine qua non): “Gerçek şu ki, Allah, adaleti, iyilik yapmayı ve yakınlara vermeyi emreder; sizi, utanç verici arsız davranışlardan, taşkınlıktan/azgınlıktan da meneder. Tutasınız diye, size böyle öğüt veriyor.” (16/90).

İslam teolojisinde Mu‘tezile (Adalet) ve Matürîdîlik (Hikmet), Allah’ı böyle tasavvur etmişler iken; Eş’arîlik, O’nu kayıtsız-Kadir-i Mutlak olarak tasavvur etmiştir. Mistisizm (Tasavvuf) ise, -genellikle- Merhametin dünyevi istismarıdır (Hümanizm): “Merhametten maraz doğar.”, “Ruh için yok edici olan, bütün kapılara açık olmaktır; her an ileri atılmaya hazır bir kendini başkasının yerine koyma, bir başkasının yerine sıçramadır; yani bir uyarana karşı direnç gösterme konusundaki yetersizliktir: Tepki gösterme yeteneksizliği, hastalıklı bir hal, bir çöküş, tükenmenin belirtisidir. Mutlak müsamahakârlık, asil kültürü yok eder.” (Byun Chul Han. Şey Olmayanlar. Çev: Enes Özel. İst. 2025. s.90)

Hilafet ve Saltanat rejimi, Eş’arî tasavvurun politik uzantısıdır. “Hikmetinden sual olunmaz” Tanrı imgesi, politik zemine halka hesap vermeyen tutumun tezahürü olan “Hikmet-i Hükûmet” kavramı olarak yansımıştır. Oysa Şura, Ahit, Adalet, Ehliyet ve Biat, Kur’an’da siyasal faaliyetin hukuki-ahlaki, şeffaf temel zeminidir.

Hukukun, yeryüzünde Tanrı’nın gölgesi olmasını da başı siyasal iktidarın eteklerine değil; ancak göğe değen vicdanı hür, irfanı gür, hikmet sahibi Hâkimler, Hakemler, Hekîmler ve Alimler gerçekleştirebilir. Tanrının gölgesi olan “Hukuk”, adalet idesinin-duygusunun yönlendirdiği ve kamu maslahatını amaçlayan bir yasamadır. Güç istencinin, tahakkum tutkusunun, zorbalığın sopası olan “kanun” değil. Hukuk’un üstü “Akl-ı selim”, yani vicdan ile hukuka ihtiyaç duymadan karar vermek ve ortaya eylem koymaktır (ihsan). Hukukun altı ise, başı boşluk, anarşi, kaos, zorbalık ve zulümdür. Hayatta en önemli ve değerli olan bir eylemin-olayın niteliği/asaleti sanatsal, siyasi ve bilimsel olmaktan çok; ahlaki ve hukuki olmasıdır. Bir de “Hukuk”u kılıf yaparak zorbalık yapmak vardır ki; en adisi/kötüsü de budur.

Devlet ve Siyasal iktidar, bir toplumun güvenliğini ve refahını temin etmeye ve sürdürmeye çalışır. “Adliye” teşkilatı ise, adaleti sağlar. Yargı, Devlete bağlıdır, onun bir parçasıdır; siyasal iktidarın değil. Siyasal iktidar, güç kullanımı olduğu için, her zaman Rahmaniliğe sadık kalmayabilir; Şeytanlığa-Tağutluğa (haddi aşma, küstahlık, güç istenci, zulüm, zorbalık…) sapabilir. “Hukuk Devleti” “Kuvvetler Ayrılığı” ve “Anayasal Demokrasi” kavram ve kurumları, Batıda bu tehlikeyi bertaraf etmek için geliştirilmiştir. Batı’nın, dış siyasetlerinde –genellikle- “Güçlü olanın, haklı olduğu (Şeytanlık-Tağutluk)” gerçeği, ayrı bir konudur.

Bu kurumlar, “Millet İradesi” ve “Devlet” miti/canavarı (Leviathan/Hobbes) ile ahlaksızlık-hukuksuzluk yapmayı engeller. Bunu gerçekleştirmek de, Yargının görevidir. Hukukun/Yargının, siyasetin emrinde, onun iti-köpeği veya sopası olması demek; Tanrı’lığın, Şeytanlığa-Tağutluğa tabi kılınması, boyun eğdirilmesi anlamına gelir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, toplumsal rıza, konsensüs/icma, oydaşma ile değil de; “Devrim” ile kurulduğu için (Devrimin politik-ontoloji açısından (“To be or not to be”) tarihsel zorunluluğu, ayrı bir konudur). Hukuk, başlangıçtan beri, siyasal iktidara bağlı kaldı. Demokrasiye geçtikten sonra da bu durum pek fazla değişmedi. İmparatorluk ve Devrim bakiyesi etnik, ideolojik ve dinsel plüralite, nispî olarak homojen bir toplum, uzlaşı ve hukuk yaratımını engelledi. Toplumumuz, “Hukuk”tan ziyade; güç ve kimlik siyasetini önemser. Güçlü olandan yanadır, güce tapar: “Uzayan boynuz, ‘bizden’ olsun” der. Siyasal tarihi Beylik, Paşalık, Padişahlık, Hakanlık, Kağanlık Hanlıktır. Hukuk, kurum, kural, kanun ile başı pek hoş değildir. Akil-baliğ, reşit olma yerine; Ulu-Önder, Çoban-Baba-Lider, Karizma… sever veya başı-boşluğu tercih eder; bunu da “özgürlük” sanır. Bu konuda Çağdaşçılarımızın ve Muhafazakârlarımızın birbirinden pek farkı yok.

HUKUK VE İKTİSAT

İktisadi alanda üretime dayalı rasyonel ekonomi; ehliyete-liyakata, eğitime/öğretime, maharete, beceriye, hünere, ustalığa dayalı meslek edinme/iş bulma-kurma yerine; ranta, yolsuzluğa, adam kayırmaya, spekülasyona, kumara, define avcılığına, şans-bahis (loto-toto) oyunlarına, piyango çekilişlerine, torpile, akrabalığa, yakınlığa, hemşeriliğe… daha fazla prim veren bir toplumuz. Kuruluş aşamasından 1980’lere kadar planlama, sanayileşme, üretim (KİT’ler) motivasyonu vardı. 1980-2000 arası bu süreç tavsadı. Daha sonrasında ise, üretim ekonomisinden tedrici olarak ve tamamen koptuk.

Şiarlarımız: “… uğrundalık-üretim” değil; “…için”lik olarak (H. Arendt) “Win-Win”, “Nerde beleş, orda yerleş.”, “Salla başını, al maaşını.”, “Kısa yoldan köşe dönme”, “Parayı bulma(kazanma değil!)”, “Parsayı toplama”,“Musluk akarken, testiyi doldurma”, “Bul karayı, al parayı”, “Şık şık eden nalçadır, işi bitiren akçedir.”, “Varsa pulun, olurum kulun; yoksa pulun, kapıdır yolun.”, “Bal tutan, parmağını yalar.” …dır.

Örneğin: Kripto para borsasına dünyada en fazla balıklama dalan toplumlardan biri de Türkiye oldu. Yaşı 15-35 arasında bu borsaya dalanların yüzde sekseni kaybetmiş. Bahis ve Kumar sitelerine giriş yapmada da ön sıralardayız. Bu tarz para kazanma alışkanlığının yaygınlaşmasında ülkede son yıllarda uygulanan “Üretim-İcat çıkarma“ yerine, “Rant Ekonomisi”nin, havadan (“Emsal”) para kazanmanın, önemli etkisi olduğu kanaatindeyim. Ekonomik kaynak ve imkânların, -özel sektörden ziyade-, Devlet’e bağlı olduğu bir ortamda, risk içeren üretim ve ticaret yerine; “Devletlu (Nüfuz Hırsızlığı)” olmak, beleşçilerin ve açık-gözlerin yegâne tercihidir. İş ve istihdam alanlarının daralmasının payını da unutmamak gerekir. Çağın Ruhu olan “Haz-Hız”ın arttığı ve bunun yegâne aracı olan “Para” ya ulaşımın rasyonel (ekonomik) ve meşru yollardan zorlaştığı bir ortamda, bahsi geçen davranışların yaygınlaşacağı aleykelbeyandır.

“HAKEM-BAHİS” VE HUKUK

Futbol takımları ve turnuvaları, dünyada “oyun-yarış” olduğu kadar; -ülkeden ülkeye değişse de- “Kara-Para” pazarı ve “Mafyöz İlişkiler” ağının da bir parçasıdır. Barışı, birliği-beraberliği geliştirmesi gerekirken; kavgayı ve kumarı körüklüyor. Ülkemizde de durum, pek iç açıcı değildir. Sürecin “oyun-eğlence-yarış” ve centilmenlik olmaktan çıkıp; beleşten-bahisten para kazanma/aklamaya dönüşmesi, toplumsal çürüme ile doğrudan alakalıdır. “Futbol Federasyonu” ve “Hakem Heyeti”, bu alanın -Tanrı’nın gölgesi olarak- hukuki otoritesi ve mahkemesidir. Son günlerde patlak veren Hakemlerin ve futbolcuların bahis oynaması, Türkiye’nin iktisadi ve hukuki hayatından bağımsız olarak düşünülemez. Hele, “Bahis” mevzusunun, klasik hangi maçı, hangi takımın, hangi skorla kazanacağı olmaktan çıkıp; sayısı elliye varan ilginç bahis mevzulara evirilmesi, felaketin boyutlarını ele verir. Bu durum, toplumsal çürümenin sıradan bir semptomudur. Sonucu Slovenyalı filozof Slovej Zizek’in cümlesi ile bağlayalım: “Kötülerin kaybetmediği bir ülke, çocuklarına ahlakı öğretemez.”

Telefon Orucu

Taşınabilir/mobil telefonlar ilk çıktığında biz, cepte taşıdığımız için “Cep Telefonu” olarak isimlendirdik; Batılılar ise elde taşıdıkları için, “Handi” (el telefonu) olarak isimlendirdi. Onların isimlendirmesi daha doğru çıktı; telefon cepte durmaktan çok, ele düştü. İnternet ile birleşince artık salt “iletişim” aracı olmaktan çıkıp her şeyimiz oldu. Elimize geçeli beri elimizden düşmüyoruz; elimizin uzantısı, adetâ yeni bir organımız oldu. Dünyada en çok sayıda insanın, en uzun süre telefon kullandığı “müsrif” bir toplumuz.

Telefon elimize geçeli beri kalbimiz kalbura çevrildi, ruhumuz dumura uğradı. Medya maymununa-manyağına döndük. Sosyal medyası (Facebook, Twitter/X, Instagram, youtube, TikTok…) olmayan kimse yok gibi. Çağın-Ruhuna (Zeist-Geist) uygun olarak –filozof- kamusal entelektüel, alim-aydın yerine- “Youtuber” diye milyonlarca takipçisi olan “medya maymunları” türedi. Ciddi içerik üretenleri tenzih ederim. Deli paralar kazanıyorlar. Kitap okuma öldü. Elimizdeki telefon, kafesimiz-kuyumuz, hapishanemiz oldu; içine kapandık-düştük.

Telefon aracılığıyla göze ve kulağa yapılan günlük görüntü-ses saldırı/tecavüz/bombardıman sonucu, özümüzü, kendimizi, kişiliğimizi, kimliğimizi, ruhumuzu toparlayamaz olduk. İnsanlar, yürüyen düdüğe-boruya dönüştü. Yüzümüzde meymenet kalmadı. Gözlerimiz artık çakmak çakmak değil fırıldak oldu; “velfecri okuyor”. Etrafımızdaki çığlıkları, inlemeleri, haykırışları kulaklarımız duymaz oldu. Enformatik cehalet yaygınlaştı. Çok şeyi bilen, pek az şey anlayan, al-yanaklılara döndük. Doğru yolda dik yürüyen insan olmaktan çıkıp yere kapaklanmış (sürüngen), önüne/eline bakan mahluklara dönüştük (67/22).

Bu durumu, Alman filozofu Byung Chul Han şöyle tasvir ediyor: “Şey – olmayanlar, her yönden çevremizi istila ediyor ve ‘şey’leri yerlerinden ediyor. Bu şey-olmayanların adı ‘enformasyon’dur…”

Şey-fetişizmi artık geçmişte kaldı. Biz, enformasyon ve veri fetişistlerine döndük. Bu arada “veriseksüeller”den bahsedilmektedir… “Yapay zekâ ise bugün yaşamın optimizasyonunu yüklenmesiyle ve bir endişe kaynağı olarak geleceği ortadan kaldırmasıyla, yani geleceğin belirsizliğini aşmasıyla, insani varoluşun endişelerden azade kılmak için buradadır. Optimize edilmiş bir şimdi olarak gelecek, bizim için endişe verici olmaktan uzaktır” (B. C. Han. Şey Olmayanlar. çev: Enes Özel. İst. 2025. s 7,9).

“Dijital düzen, ‘Hakikat (gerçeklik-İG) devrini’ sona erdirmiş ve gerçeklik sonrası bir enformasyon toplumu başlatmıştır. Enformasyonun, gerçeklik sonrası rejimi, olgusal gerçekliğin üzerine yükseltir kendini. Gerçeklik sonrası görünüşleri içinde enformasyonlar, şey-kaçkınlarıdır. Hiçbir şeyin ‘el ile tutulur’ olmadığı yerde her türden sabitlik kaybolup gider.” (B. C. Han, a.g.e, 13)

Chul Han, “akıllı telefon”lar hakkında da şöyle diyor: “Biz, yaşamı bütünüyle işlevler ve enformasyonlara tabi kıldığımızda; Tanrısal olanı, yaşamdan kovmaktayız. Akıllı telefon, zamanımızın bir sembolüdür. Onda süslü-püslü hiçbir şey yoktur. Onda hâkim olan ‘pürüzsüzlük’ ve ‘düzlük’tür. Onun aracılığı ile yürütülen komünikasyon, güzel biçimlerin büyüsünden yoksundur. Duygulanımlar aracılığı ile en iyi biçimde ifade bulan “dümdüzlük” onda egemendir. Akıllı telefon, ayrıca her şeyi tesviye eden, zımparalayan ve nihayetinde eşitleyen hiper-kominikasyonu şiddetlendirir.” (B.C. Han, a.g.e. 29). “Bizler, onun tarafından yönlendirilmekte ve programlanmaktayız. Yalnızca biz, akıllı telefon kullanmıyoruz; O da, bizi kullanıyor. Gerçek fail, akıllı telefondur. Biz, yüzeyinin ardında farklı aktörlerce yönlendirildiğimiz bu dijital muhbirlere maruz kalmış oluruz.” (a.g.e. 30). “Biz, dijital uyuşturucu olan komünikasyon sarhoşluğu tarafından o denli etki altındayız ki; herhangi bir “Artık yeter!” yahut bir direniş sesi yükseltilememektedir.” (a.g.e. 31)…

Alkol, uyuşturucu ve sigara bağımlılıkları gibi, “telefon bağımlılığı” oluştu. Telefonu elinden düşen, kendini “yok” sanıyor, dehşete düşüyor. Kaldırımda neredeyse karşıya, sağa-sola bakarak yürüyen insan kalmadı. Çoğunluk, önüne (eline) bakıyor veya zihni kulaklığında aval-aval, boş-boş etrafa bakıyor.

Akşama kadar internette “sörf yapma”, oyun oynama, gevezelik-dırdır etme, gösteriş yapma, kavga-dövüş, dizi-sinema izleme, bahis-kumar oynama, sağa-sola saldırma-küfretme (troll), geyik yapma, dezenformasyon, yankı odalarının oluşması, cehaletinin farkında olmadan kendini bir şey sanma, vaaz verme, aforizma kasma…daha neler, neler…: “Ağzı olan konuşuyor”. “Ağzı açık, ayran delisi” olanlar, elinde telefon ile akşama kadar ağzı açık kalmakta ve ayran çalkalamaktadır. “Sanal” olan ile “gerçek” olan, birbirine karıştı.

Nadir de olsa, durumu protesto için yel değirmenlerine karşı savaşan Don Kişot gibi telefon kullanmayanlar (ulaşılamaz) oldu. Kendi hesabında veya WhatsApp gruplarında sürekli aforizma, hikmetli söz, özdeyiş yağdıranlara sözüm: İnsan, -her gün yerse- baldan bile bıkar ve nefret edebilir: “Söz, gümüş ise sükût, altındır.” Nöbetleşmek yani -şahinler gibi- “bir görünüp, bir yok olmak” daha doğrudur.

İnsanlığımızı Tekrar Hatırlamak İçin Telefon Orucu

“İnsan”lığımızı tekrar hatırlamak için günlük “telefon orucu” tutmak artık bir zorunluluk haline gelmiştir. Nasıl ki, “ramazan orucu” ile Allah’ın bize bahşetmiş olduğu nimetlerden bir süreliğine uzak durarak onların kıymetini hatırlamak amaçlanmış ise telefondan bir süreliğine uzak durarak insanlığımızı tekrar hatırlamamız gerekir. Oruç süresince yakınlara, eşe-dosta, akrabaya, arkadaşa, tanıdığa, -hatta tanımadığına- zaman ayırmak, onlara yüz-vermek, göz-kırpmak, kulak-asmak, dokunmak, bakmak, konuşmak, gülümsemek, dinlemek, dertleşmek, halini-hatırını sormak, muhabbet etmek, düşünmek, kitap okumak… “sevap”tır. Sevap, doğru olma ve karşılık demektir. Oruç ile hedeflenen bu sayılanlar, doğru ve iyi birer karşılıktır. Sevabın illa da ahirette olması gerekmez. Bunlar “peşin” sevaplardır. Kendine ve başkalarına iyilik etmektir.

Orucun kolay tutulabilmesi için öncelikle telefonu elden düşürmek, bırakmak gerekir. Dışarda iken cepte, içerde iken de uzağa veya çantaya-çekmeceye koymak gerekir. Telefonunu elinden düşürmeyenin kendisi onun içine düşer: Damçak gibi, “Kendi eşer, kendi düşer.” Telefon orucu, ciddi bir sabır gerektirir: “Alışmış, kudurmuştan beterdir.” Oruç süresi boyunca neler yapılacağı planlanmadığı takdirde boşluğa düşülür ve oruç kolayca bozulur.

Telefon orucunun süresi, asgari günlük bir saat, azami beş saat olabilir. “Tekne orucu” da tutulabilir. Hükmü, “farz-ı ayn”dır. Süresine göre sevap artar ve eksilir. Zorunlu olan iş görüşmeleri ve iletişimler, orucu bozmaz. Rastgele, uyduruk bahaneler ile oruç bozmak, mekruhtur; kendini kandırmaktır.

Ramazan orucunun tersine yaşı küçük çocuklar ve öğrenciler için orucun kendisi ve süresini uzatmak zorunludur. Çocukların zihinsel ve pedagojik gelişimleri için bunun doğru olduğu herkesin kabulüdür. Ebeveynler ve okul idarecileri bu zorunlu orucun teknik ve pedagojik alt yapısını hazırlamakla mükelleftirler. Fransa, Hollanda, Avusturya ve Belçika bunu başardılar.

Sonucu bir ayet ile bağlayalım: “Allah’tan başka varlıkları, sığınak kabul edenlerin durumu, kendisine ağ ören örümceğin durumuna benzer. Oysa, evlerin en zayıfı, örümcek evidir; keşke bilselerdi.” (29/41)

İtibar nedir? Ve “İtibardan tasarruf olmaz” mı?

İtibar, sözlükte hatırı sayılır, güvenilir olma durumu, saygınlık, prestij, onur, şeref, haysiyet, izzet anlamlarına gelir. Karşıtı zillet, rezillik, aşağılık, haysiyetsizlik, şerefsizlik, onursuzluk demektir. Ahlaki bir karakter erdemidir. İfrat ve tefritten uzak, mutedil/vasat/ölçülü bir ara durumu (68/28) niteler. Zenginlik veya politik hegemonya ile doğrudan bir ilişkisi yoktur. Nitekim Mekke’nin oligarşisi ile iş birliği içinde olan Medine’nin ileri gelenleri: “Eğer Medine’ye dönersek; üstün (izzetli/itibarlı) olan (bizler), zayıf olan Müslümanları oradan çıkaracaktır.” (63/8), demişlerdi. Allah da bu söze şöyle karşılık verdi: “İzzet/onur/şeref/haysiyet, Allah’a, peygambere ve müminlere aittir.” (63/8). Yine Şuayb peygamberin gönderildiği Medyen halkı, ona: “ Aramızda ne kadar zayıf olduğunu biliyoruz; eğer kabilen olmasaydı; seni öldüresiye taşlardık; bizim nezdimizde bir itibarın(izzet) yok.” demişlerdi. Şuayb’da onlara: “Ey kavmim, kabileme olan saygınız, Allah’a olandan daha mı fazla ki, O’nu arkanıza atıp unutulacak bir şey olarak görüyorsunuz?”(11/91-92). demişti. Yani zayıflığın, zillet ile; zenginliğin-zorbalığın da izzet/itibar ile bir ilişkisi yoktur. İtibar, yüzde, gözde, kişilikte, jestte, tutumda, tavırdadır; kürkte, köşkte, külçede ve kibirde değildir. İtibar, söz vermek, sözünde durmak, söz dinlemek, sözünü tutmaktır. Sözünü unutmak, yutmak ve çiğnemek değil.

İTİBAR VE İSRAF FARKI

İtibarın, israf ve müsrif karakterle bir ilişkisi yoktur. Müsrifliğin tam karşıtıdır. Ancak, cömertlikle irtibatı vardır. Zengin olanların kaliteli/sağlam, cazip, güzel, sanatsal değeri olan ev-eşya-elbise-takı… kullanmalarında –aşırıya-israfa varmadığı müddetçe- bir sakınca yoktur. Bunlara sahip olmayanlarda, zenginlere karşı bir gıpta, hayranlık ve itibar atfı yaratır. Ancak bu “itibar”ın ahlak ile bir ilişkisi yoktur; çoğunluk tarafından arzu edilir. Eşyalarda “Marka” ya hak ettiği kalitenin ötesinde bir anlam atfedildiğinde; “put”laşır. Jean Baudrillard’ın “Simülasyon” teorisine göre, kurgu/hayal, gerçeğin önüne geçerek, üstüne çıkarak “Hiper-gerçeklik (put)” yaratır. Kişi, Kavram veya ikon puta dönüşür. İçeriğe değil; isme değer atfedilir, hatta tapılır: Putlar da böyle oluşur: “Onlar, atalarınızın uydurduğu “isim”lerden başka bir şey değildir.” (53/23). İş, spor, sanat, siyaset dünyalarında buna sık rastlanır. İtibar, sınırsız üretim-sınırsız tüketim ve para(güç istenci) “teslis”ine dayanan Kapitalizm dininde/dünya görüşünde değil; sonucu/ürünü kalıcı olan dürüst/ahlaki eylemlerdedir(“el-bakiyyatu’s-salihat”-18/46, “bakiyyatullah”-11/46, “ülu-bakiyyatin”-11/116).

“İtibardan tasarruf olmaz” deyimi, itibarı, ahlaki karakter bütünlüğünde değil de israfta, görkemde, gösterişte, “…desinler”de aramayı ifade eder. Karakter zaafının ve aşağılık psikolojisinin tezahürüdür. Nasrettin Hoca’nın: “Ye kürküm ye” deyimi, bunu ifade eder. Böyle bir toplumun halet-i ruhiyesini, Güney Kore kökenli Alman düşünür Byung Chul Han şöyle tasvir eder: “Var olabilmek için sergilenmiş olmalarının gerektiği olumluluk toplumunda, artık hepsi birer meta haline gelmiş olan şeyler, sergi değeri kazanmak uğruna, kült (hakiki-İG) değerlerini yitirir. Sergi değeri açısından salt varoluş, hiçbir anlam taşımaz. Kendi içinde kalan, kendinde oyalanan bir şeyin değeri yoktur artık. Şeyler, ancak görüldükleri zaman bir değer kazanırlar. Her şeyi görünürlüğe teslim eden teşhir zorlaması, “uzaklık görüntüsü” olma niteliğindeki aura’yı (meymeneti-İG) tümüyle ortadan kaldırır.” (Byung Chul Han. Şeffaflık Toplumu. Çev: H. Barışcan. İst. 2022. s. 25).

İTİBAR VE İSTİKBÂR-İSTİĞNA/KİBİR FARKI

Kibir, istiğna/kendini yeterli görme ve istikbar/narsizm, Kur’an’da küfrün en temel nedeni olarak vazedilir. Meleği veya Cin’i “İblis/Şeytan” yapan tutumdur: “Direndi, kibirlendi ve kâfirlerden oldu.” (2/34). İç bütünlüğün, ahlaki karakterin, hakiki bir hayat/dünya görüşü/anlam sahibi olmayanların, aşağılık psikolojisinin dışa vurumudur. Balona benzer; içi hava/heva (arzu-heves) ile dolunca, benlik/ego şişer. “İtibar”, bu karakter tipinin tam zıddını ifade eder; olgunlaşmış meyveye veya başağa benzer. İtibar veya onur, şan-şöhret/ün, para/zenginlik ve güç istenci/tahakkümün zıddıdır.

Politik figürler olarak Hz. Muhammed, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Ali’nin, hayatları, yukarda tanımladığımız ahlaki karakter olarak “itibar”ın temsilcileri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Muaviye, daha Hz. Ömer’in döneminde Şam valiliği yaparken, Bizans Krallarına öykündüğünü ve “Saray” ile itibar arayışının peşine düştüğünü biliyoruz. Ondan sonra, “Saray” ile itibar arayışı, Müslümanlara da sirayet etti. Tarihsel olarak “Krallık” rejimleri, “Saray” ile; Demokratik rejimler ise, “Parlamento” ile temsil edilir olmuştur. Ağzından çıkan sözün “kanun” olduğu veya kendini “kanun/devlet” olarak gören (Fransa kralı XVI. Louis) bir siyasal rejimin politik mekânı olan “saray”ın, Adliye binalarına Türkiye’de “Adalet Sarayı” diye isim yapılması, en hafif niteleme ve tek kelime ile ayıptır. Hukuka/Adalete hangi gözle bakıldığının bilinçaltını ele verir. Adliye binalarının devasa büyüklüğü de aynı zihniyetin ürünüdür ve hukuksuzluğun azaltılması açısından, hiç de övünülecek bir şey değildir. Keşke, davalı ve davacılarımızın sayısı, o kadar fazla olmasaydı.

Osmanlı imparatorluğunda, yükselme döneminde tedrici olarak inşa edilen “Topkapı Sarayı”, yönetim merkezi olarak, yine de İslami tevazuu bünyesinde barındır. Ancak, 17. Yüzyıldan sonra, devlet, çöküş aşamasında “Yedi Düvel”e karşı savaşırken; Bankerlerden ve Batıdan alınan borçlar ile (Duyun-i Umumiyye) Boğazda Çırağan, Dolmabahçe ve Yıldız saraylarını yaptırmak, “itibar” değil; rezalettir, ihanettir. Sadrazam ve Paşaların, kendilerine kamu bütçesinden “Kitabına uydurarak” arakladıkları gelir ile özel Köşk, Kasr, Konak yaptırmaları, itibar değil; ihanettir. Saray hanımlarının, kendi adlarına cami yaptırmaları, parayı ekonomide tutmak yerine; taşa gömmeleri “sevap” değildir. BU hanımefendiler, bu paraları, hangi yolla kazanmışlardır? Babalarının kesesinden mi harcamışlardır? “Olması gereken” in ne olduğunu soran olursa; ganimetten oğluna düşen parçayı da alıp, ancak yeni bir gömlek diktiren, pirim Hz. Ömer’i gösteririm.
Namaz, evlerde ve butik mescitlerde de kabul olurdu. Hz. İbrahim’in inşa ettiği mabed,“Allah’ın Evi(Beytullah)” dört-duvarlı bir kulübedir. Hz. Süleyman’ın inşa ettiği mabed ve İslam’ın erken döneminde inşa edilen “Ulu Cami”lerin, her hangi bir “ihtişam”ı yoktur. Mabed’in, “Mescid-i dırar” dan sonra politik iradenin hizmetine sunulduğu ilk yapı “Kubbetü’s Sahra”dır. Şatafatlı/Monumental/Devasa mabet yapımı, -Saray’ın gölgesi olarak- politik güç istencinin/istiğnanın tezahürüdür; Allah’ın istediği bir şey değildir. Muhtevayı, kurum ve kuralı, devasalık ve “saray” ile özdeşleştirmek, cehalettir. Yahudi kralları Davut ve Süleyman, sarayları ile değil; adaletleri ve tövbeleri ile övülmüşlerdir.(21/78-79, 38/17-30). “Ayasofya”nın karşısına “Sultan Ahmet” camisini çakmak, dini-ahlaki açıdan “önemli” bir şey değildir. Bu eserlerin sanatsal-mimari görkemine ve “Tapu-Kimlik savaşı” nın parçasına dönüştürülmesine diyeceğim bir şey yoktur.

Oysa, İslam’a göre “Bütün bir yeryüzü mescittir.” (Hadis). İslam, Din adamı, Türbe/Anıt Mezarı ve mabedi, zorunlu olmaktan çıkarmıştır. Alimler/Teologlar anlamasa da; halk, -sezgisel olarak- bunu anlamıştır: “Her geceyi, “Kadir”; her geleni, “Hızır” bil.” “Her gün, Aşure; her yer, Kerbela.”

SONUÇ

Türkiye ekonomisi, yetmiş yıldır “Enflasyon Canavarı” ile boğuşurken; saray yaparak, -istemeyerek de olsa-, canavarı canlı kalmasına sebep olmak, marifet ve itibar değildir; itibar, “One minute” ve “Dünya beşten büyüktür” diyebilmektir. Zulüm karşısında İtibar, sadece sözde, kanıda, kınamada değil; aynı zamanda zalimi kanırtmaktadır. İtibar, yeryüzünün tanrı taslamanı olan Trump’ın dostluğunda değil; Filistin halkına kalkan olmaya çalışmaktadır. İtibar, Sarayın emrine bilmem kaç tane özel uçak tahsis etmekte değil; gerekirse, -Avrupa’da örneklerini gördüğümüz gibi- gidilecek yere tarifeli uçak seferi ile gitmektir. İtibar, kamu bürokrasisine lüks araçlar tahsis etmekte değil; gerekirse, -Avrupa’da görüldüğü gibi- işine bisikletle gidebilmektir. Hukuki anlamda İtibar’ın ne olduğunu anlamak istiyorsak; siyasi erkin gözlerine değil; 88 yaşında vefat eden Amerikalı yargıç Frank Caprio’nun hayatına bakalım; “Babacan Hâkim”, “Halkın Hâkimi” olarak da anılan şahıs, insanlığın itibar ve vicdan abidesi olarak yaşadı. Caprio, yazılı “yasa/hukuk”un altına düşmedi; onu yandan dolanmadı, altını oymadı. Yazılı yasanın üstüne çıkarak “Tanrı’nın sesi” olan vicdanın sesi ile kararlar verdi. İtibarın ne demek olduğunu görmek istiyorsak, kendini altın ile tartan Brunei’nin “müslüman” Sultanının sefahatına değil; Uruguay’ın “Saraysız Başkan”ı Jose Müjica’nın hayatına bakalım.

Siyaset-Hukuk-Mafya İlişkisi

Siyaset

Siyaset, bir toplumun güvenliğini sağlama, haklı çıkarlarını/gelir dağılımı formatı ve toplumsal adaleti deruhte etme/fırsat eşitliği formatı oluşturma faaliyetidir. Bu tanımlama ile de ahlaki bir sorumluluktur. Bu hedefler yerine, zümrevi veya kişisel tahakküm/güç istenci, çıkar peşinde koşmak ve bu uğurda kurnazlık, ikiyüzlülük, kandırma, kumpas olarak da, ahlaksızlıktır. Devlet, toplumun gönüllü-iradi bir “Toplum Sözleşmesi (Hukuk)” üzerine kurulmuş ise meşrudur. Bir zümrenin veya ailenin güç kullanması üzerine kurulmuş ise meşruiyeti sorunludur; bir nevi korsanlıktır. Bu bağlamda “İmparatorlukları, korsanlar kurmuştur” mottosu genellikle doğrudur. Akdeniz’de yakalanıp Roma imparatorunun huzuruna çıkarılan korsanın krala söylediği, “Seni ‘imparator’, beni de ‘korsan’ yapan, aslında filikalarımızın sayısıdır” sözü de doğrudur. Korsanı “korsan” yapan da hukuksuzluk ve zor kullanmadır. Hegel’in “köle-efendi” diyalektiğini tanımlamak için dediği, “Çatışmada yaralanmayı ve ölümü göze alan, ‘efendi’; bunu göze alamayan ise, “köle” olur” sözü de aynı bağlamda doğrudur.

İnsanlığın başından beri temel meselesi, barış içinde birlikte yaşayabileceği toplumsal bir formasyon oluşturma çabası olmuştur. Tanrı da gönderdiği peygamberler aracılığıyla insanlığın bu çabasına destek olmaya çalışmıştır: “Ey müminler, hepiniz birlikte barışa/güvenliğe girin; şeytanın adımlarına uymayın, çünkü o, sizin apaçık bir düşmanınızdır.” (2/208). “Sulh/barış/uzlaşma daha hayırlıdır. İnsan doğası ise, kıskançlığa ve bencil tutkulara daha meyyaldir.” (2/128).

İslam tarihinde, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra, “Dört Halife” dönemi, dini-ahlaki hamiyetten doğan, “Anayasal boşluklarına” rağmen erken bir “Toplum Sözleşmesi (Akit-Şura-Biat)” arama çabasıdır. Muaviye ile başlayan Emevî İmparatorluğu ise, -metaforik anlamıyla- bir korsanlık hadisesidir. Ondan sonraki bütün kabile-aile yönetimleri de aynıdır. Korsanlık (Kabile-Aile) ile kurulan imparatorluk, daha sonra yönetim tarzına/tutumuna göre bir toplum rızası, memnuniyet, gönüllü (hukuki değil) meşruiyet yaratabilir. Nitekim, Müslüman toplumların tarihinde genellikle -İslam sayesinde- böyle olmuştur. Türk İmparatorluklarında da devleti boylar, beyler, aileler kurmuştur: “…Oğulları”, “…Beyliği”, “….İmparatorluğu”

Siyasete “çoban-sürü ilişkisi” ilkesinin egemen olduğu “Doğu” toplumlarında siyaset, “çobanlık” olarak topluma karşı sorumluluğu (kurtlardan koruma/güvenlik) ifade ettiği gibi, çoban (siyasetçi) aynı zamanda sürüyü sağar, onu (yününü almak için) kırkar, kuzusunu alır ve ihtiyaç duyduğunda da bazılarını boğazlayabilir. Bu tutum, “Doğu despotizmi” olarak da isimlendirilir. Arapça anlamında siyaset, “Seyislik”, yani at bakıcılığı ve terbiyeciliği demektir. Bu tanımda da, halk/ahali kendini yönetmeye ehil-reşit ve sorumlu insan topluluğu olarak değil, at sürüsüne benzetilmiştir. “Deha” kavramı da Türkçede ve Batı dillerinde bilim, sanat, felsefe alanlarında “yaratıcı zekâ” anlamına gelirken Arapçada “siyasi kurnaz” anlamına gelir. “Duhatu’l-Arap” kavramı, dört büyük Emevi siyasetçisini niteler: Muaviye b. Ebu Sufyan, Amr b. Âs, Muğire b. Şube, Ziyad b. Ebihi.

Batı’da, Roma İmparatorluğu döneminde “Senato”, kralın bazı yetkilerini sınırlandırdığı gibi 1215’te İngiltere’de lordlar/derebeyleri, krala karşı ilan edilen “Magna Carta (Büyük Sözleşme)” ile birtakım haklarını garantiye almış ve kralın yetkilerini sınırlandırmıştır. 1789’da ise, burjuva sınıfının önderliğinde gerçekleştirilen Fransız Devrimi’yle krallık ve ortağı kilise yıkılmış ve cumhuriyet kurulmuştur. Bu süreç, zamanla devleti, daha doğrusu siyaseti, “anayasa” ile hukuki çerçeve içine almayı (sınırlamayı) doğurmuştur: Demokrasi, laiklik, kuvvetler ayrılığı, insan hakları, hukuk devleti… kavramlarının doğuş süreci, özetle böyledir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun klasik döneminde “Kanunname”ler, 18. yüzyıldan sonra da Tanzimat ve Meşrutiyet ile birlikte oluşturulan Kanun-i Esasi ve Meclis-i Mebusan ile Batı etkisinin sonuçlarını hissetmeye başlamıştık. İmparatorluk yıkıldıktan sonra “devrim” ile (zorla) kurulan cumhuriyet, zamanla Batı’nın devlet ve siyaset kurumlarını taklit etmeye çalıştı: Laiklik, Anayasa, Parlamento, Demokrasi…

Toplum olarak biz dini “kitabına uydurma”, hukuku, “hile-i şeriyye”; siyaseti ise, “ilm-i siyaset” ve “Takiyye” ile içini boşaltma, iğdiş etme, çürütme genetiğine sahibiz. Batı’dan aldığımız cumhuriyet, demokrasi, laiklik, hukuk, anayasa… kavramlarına karşı tavrımız da da -üç aşağı, beş yukarı- böyle olmuştur. Siyaseti, başta birinci (ahlaki) anlamında değil genellikle ikinci (ahlaksızlık) anlamında icra ediyoruz. Türkçede “siyaset” deyince hemen herkesin aklına yalan-dolan/dümen, kandırma-kumpas ve ikiyüzlülüğün geliyor olması bunun ispatıdır.

Hukuk

Hukuk, “Bireyin meşru savunma hakkının kolektif organizasyonudur… Kişilik, özgürlük ve mülkiyet haklarını korumak ve adaletin hepimize hükmetmesini sağlamaktır.” (Frederic Bastiat, Hukuk, çev: Y. Arsan-A. Yayla. Ank. 2017. S. 14-15). Müslüman toplumlarda, (yazılı hukuk yerine sözlü “fetva”lar ile idare edildikleri için) “yazılı yasaya (hukuk)” sadakat yerine onun etrafını dönme veya görmezlikten gelme (hile-i şeriyye) daha yaygındır. Hukuk, doğası gereği, çoğunluğun (meclis/parlamento) kararı/maşeri-i vicdanın onayı veya ehil-dürüst alimler/uzmanlar heyetinin ortaya koyacağı bir olgudur. “Anayasa”, bütün toplumu bağlayan baş/birincil hukuk metnidir. Bütün kurumlar ve kişiler, yetkilerini ve sorumluluklarını buradan alır. “Anayasal demokrasi” kavramı, “millet iradesi” mitini yani siyasal erki dahi “hukuk”a bağlayan bir kavramdır. Oysa “kanun”, -etimolojik bağlamda saf/nötr olsa da- genellikle politik bağlamda -“Hukuk”un deformasyonu olarak- siyasi erkin kendi gücünü tahkim eden veya taraftarlarının çıkarını temin eden bir çabayı ifade eder. “Kanun hükmünde kararname” veya “torba yasa” daha da böyledir. Kamuoyunda “hukuk devleti” ile “Kanun/polis devleti” arasında daima gözetilen ve görülen fark buradan kaynaklanır. Adalet idesine bağlı “hukuk”, toplumun kahir ekseriyetinde rıza/onay üretir. “Kanun” ise, genellikle zümrevi çıkar veya tahakküm üretir. “Adalet” terazisini tutan Adalet Tanrıçası’nın (Dike) gözleri bağlı (tarafsız) iken genellikle “kanun” çıkaran milletvekillerinin gözleri “yukarı”da, elleri ise hep havada olur. Bir belde, kurum veya toplumun en tepesindeki otorite; ikircikli, çelişkili ve tutarsız söz ve davranışları ile güvenilirliğini kaybederse artık aşağısını tutamaz. Ya totaliterleşme veya anarşi, kaos, kargaşa, çeteleşme, mafyalaşma ortaya çıkar: “Balık, baştan kokar.”

Güç istenci ve çıkar tutkusuna bağlı olarak, “bu yasaldır”, “şu yasaktır” diye “kanun” çıkarmak;  Kur’an’da değinildiği gibi yalana alışmış bir dil ile keyfi olarak: “Şu, helaldir, bu, haramdır”(16/116) demeye benzer.

Batı toplumları (ABD, AB), kendi evlerinde, ülke sınırları içinde hukuka bağlı oldukları halde dış politikalarında kolayca hukuku ihlal edebilmektedirler. Kendi evlerinde yasaya/hukuka karşı koyun-kuzu; dışarda/dış politikada başkalarına karşı kurt-çakal olurlar. Bu da “gâvurluk” tan gelir. Batılıların bu tutumlarına: “küresel korsanlık” veya “küresel mafya” denebilir. Diğer toplumlar ise genellikle evlerinde/ülkelerinde hukuku ihlal edip (itlik), dış politikalarında -güçsüz oldukları için- uluslararası hukuk (?!) kurallarına boyun eğerler.

Mafyalaşma

Mafya, köken olarak İtalya’dan doğan, hukuka bağlı olmayan, “karada korsanlık”, ölümü göze alan çatışmadan (Hegel) doğan, genellikle “iktisadi” illegalitedir. Rahmetli Kaddafi, kavramın Arapçadan değişerek İtalyancaya geçtiğini söylemişti: “Ma-nafi’a=faydalı/fayda peşinde koşma.”

Siyasetin, ahlaka, hukukun adalet idesine bağlı olmadığı, rasyonel üretime dayalı olmayan ekonomilerde kolayca zuhur edebilen bir olgudur. Ülkemizde de “Karadeniz Mafyası”, “Kürt Mafyası” ve “Ülkücü Mafya” olarak ciddi düzeyde etkin olmuştur. “Çete” kavramı, mafyaya nispetle daha küçük çaplı ve daha az güçlü bu tür yapılara tekabül eder. Bunlardan da -çökertmekle bitmeyen- mebzul miktarda ülkemizde sürekli türemektedir. Siyasal ve bürokratik yapıların içine de sızabilen bu illegal yapılar ile mücadele etmek ciddi bir ahlaki ve hukuki kararlılık gerektirmektedir. Siyasetin ve hukukun, mafyanın etkisi altına girmesi, toplumun çürümesinin sonucu olarak devleti çökertir.

Sonuç

Siyasetin, “pratik ahlak” (Aristo) olarak icra edildiği, hukukun, -adalet idesine bağlı olarak- kişilik, özgürlük ve mülkiyet haklarımızı koruduğu ve mafyanın-çeteleşmenin oluşmadığı medeni bir toplum oluşturmak hepimizin ülküsü olmak durumundadır.

Sürekli ‘Sevap’ Olarak Ebeveynlik ve Ailenin Rızkını Temin

Dindarlık, Kur’an’da “iman ve salih amel” olarak özetlenir ve yüzlerce kez tekrar eder. İman konuları “Tevhit, Ahiret/Mead ve Nübüvvettir”. İman, itikat/tasdikten farklı olarak mevzuları ile canlı ve diyalektik bir ilişki barındırır. İtikat, ölü/cenaze; iman ise canlıdır. İmanın, doğru/istikamet üzere olması, canlı olması kadar önemlidir: “Eğer iman ediyorsanız; imanınız size ne kötü şeyi emrediyor?” (2/93).

Doğru söz söylemek de salih amel gibi ikinci bir iyiliktir (35/10). Salih amel, Kur’an’da -kamu maslahatına uygunluk başta olmak üzere- her türlü doğru, sağlam ve yararlı eylem/amel demektir. Salih amelin karşılığı, ahirette ödül anlamındaki “sevap” tır.

Kur’an’a göre, bir insanı ahlaki amele sürükleyen meşru üç saik olabilir. Bunlardan biri “Allah Rızası/Hatırı” (3/162, 4/114, 57/27…), diğeri vicdani itki, empati, merhamet (2/265, 90/17), sonuncusu da menfaattir. Menfaat/fayda ve ahlaki iyi, Kur’an’da “Hayır” ve “İhsan” kavramları ile ifade edilir: “İhsanın karşılığı, ihsandan başka ne olabilir ki?” (55/60).  Karşılığın, -adil olmak kaydıyla- dünyada veya ahirette olması fark etmez.

Kur’an’da varit olan bu sürekli ve dinamik muhteva, zamanla kaybolmuş; dogmatik ve örgütlü dindarlık (mezhep-tarikat-cemaat) kendine özgü “dindarlık ajandaları” oluşturmuştur. Spinoza’nın derin bir vukûfiyetle sezdiği gibi, genellikle “Kitleler, Tanrı’yı kandırma peşinde” olmuş; sürekli “yükte hafif, pahada ağır” ajandalar oluşturmuşlardır. Kur’an’ın “Ağır Söz” (73/5)“Büyük Haber” (38/67)“Ağır Misak” (4/21) ve “dağların korkudan parçalanacağı ağırlıktaki ahlaki emanet/sorumluluk” (59/21) olarak nitelediği canlı iman ve salih amel, sembolik birkaç ibadete/ritüele ve ölü itikada dönüştürülmüştür.

“İslam’ın Beş Şartı” “İmanın Altı Şartı”, “32-54-Farz”… tarzındaki özetlemeler, “bonus” kabilinden “Kandil”ler”… bahsetmiş olduğumuz “ilm-i hal dindarlığını” ifade eder. Bunlar da zamanla anlamlarını, maksatlarını yitirerek, ezber, taklit, itiyat ve alışkanlığa dönüşmüştür. İbadetler, “içten gelen” bir saygı, tazim ifadesi ve yardım talebi (dua) olmaktan çıkıp dışardan zorlanan (farz-vacip) “borç ödeme” işine/mantığına dönüşmüştür. Böyle olunca da – Allah’ı zikretme ve tâzimin yanında- “ahlaki arınma” (29/45) niteliklerini kaybetmiştir: “Onlar, ibadetlerini ciddiye almazlar; gösteriş peşindedirler.” (107/5-6).

Bu yazıda iki tane “salih amel” üzerinde duracağım. Birincisi, insanlığın yeryüzünde kıyamete kadar “bekâ”sını sağlayan aile kurumunun çekirdeği olan ebeveynlik, ikincisi ise bu ailenin geçimini sağlamak için çalışmak, iaşe/rızık temin etmektir. Her ikisi de ömür boyu süren etkinliklerdir ve hem niyete hem de akibete göre sürekli “sevap kazanma”dır.

Sofuların, softaların, mürailerin, mistiklerin, müritlerin zannettiği gibi “dindarlık” veya “salih amel”, zorunlu olarak bağıran veya boyanmış (örneğin “yeşil” veya “siyah”) riya kokan, şekil-şemail, kisve, tespih, sakal, sarık-cübbe, sayı… gerektirmez.

Ebeveynlik

Hintli şair Tagore, “Doğan her çocuk, Tanrı’nın, insanlıktan umut kesmediğinin kanıtıdır” demiştir. “Tanrı” ile neyi kastetmiş olduğu, Monoteist açıdan tartışılır olsa da bu söz çok doğru bir tespittir.  Özel (mental veya biyolojik) sağlık sorunları veya evlilik imkânı bulamayanlar hariç, kasıtlı/keyfi olarak çocuk doğurmamak-doğurtmamak insanlığın kökünü kurutmayı/kazımayı göze almak olarak da salt kendini düşünmek/egoizm olarak da ahlaksızlıktır, insani/ahlaki sorumluluktan kaçmaktır. Neslin devamını sağlamak, hayvanlar ile paylaştığımız ortak yanımızdır. Tanrı’nın, insanlığı “deneme” projesine omuz vermektir. Çocuğun dünyaya gelmesi, hemen hemen bütün kültürlerde “göz aydınlığı” olarak nitelenir. İnsanlığın, yeryüzünde “bekâ” meselesidir.

Burada Kur’an’da ve hadislerde varit olan ana-baba hakkına detaylıca girmeyeceğim. Sadece anne ve babaya iyilik yapmayı, Allah’a iman etmeye eş değer gören bir ayet zikredeceğim: “Rabbin, kendisinden başkasına ibadet etmemenizi; anaya ve babaya iyilik etmenizi emreder. Eğer onlardan biri veya her ikisi, senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa; sakın onlara ‘öf’ bile deme; onları azarlama, onlara güzel söz söyle.” (17/23).  Benim vurgulamak istediğim, bu olayın/olgunun ömür boyu süren bir “salih amel” olduğunun ve sürekli “sevap” kazandırdığının unutturulmasıdır. Sanki, dünyevi olması, sevap kazandırmasına maniymiş gibi algılanmasıdır. Bunun da sebebini yukarda açıkladım.

(Besleme, eğitme ve iş/istihdam yaratma koşulu ile)  çocuk sayısı arttıkça, sevap da artar. Kız veya erkek çocuğu arasında ayrım yapmak ahlaksızlıktır. Seküler ideolojilerin ve devletlerin, nüfus sayısını/demografiyi salt “güvenlik” unsuru olarak görmeleri ve teşvik tedbirleri almaları ayrı bir konudur. Ebeveynlik, yaratılışta insana verilen şefkat, merhamet ve adalet duygularının tecelli ettiği bir süreçtir. Dede ve ninenin aile içinde tutulması yine şefkat ve merhamet duygularının tecellisi ve tezahürüdür. “Çekirdek aile” ile –maalesef- bu kaybedildi. Torunlar, “huzurevlerine (!)” kapatılan büyükanne ve babanın sevgi ve şefkatinden mahrum kalmaktadırlar. Dede ve ninenin torunlara karşı duyduğu sevgi, şefkat ve merhamet tanrısaldır. “Ana-baba, evlat-torun” birlikteliği, mutluluğun kaynağıdır ve bütün dinlerde vurgulanmıştır. Tanrı’nın izi, anne-baba ve çocukların yüzünden-gözlerinden/bakışlarından geçer. Tatil yörelerinde gördüğüm çocuklu aileler (turistler) kendiliğinden gözüme hep “dindar” olarak görünmüşlerdir.

Rızık Temini

Miras ve hibe dışında, -hile-haram ve havadan olmamak kaydıyla- beyin veya bilek gücü ile emek vererek, üretim, hizmet, ticaret yolları ile ailenin geçimini/iaşesini/rızkını temin etmek, sürekli sevap kazandıran bir “salih amel”dir. Kamu malını “Kitabına uydurarak” veya “hile-i şeriyye” ile özel mülküne geçiren kişi “sevap” değil cehennemlik “ateş” kazanmaktadır. Kazancın, kârın, malın, maaşın… dünyevi olması onun “sevap”lığını engellemez. Karun gibi, biriktirme/istifleme yerine; infak ve istihdam yaratmak “büyük sevap”lardandır.

Kur’an, ekonomiyi “din”; dini de, “ekonomi”, yani Allah’a minnet/şükür borcunu ödeme (iman) ve “Allah’a borç verme” (infak) olarak vazetmiştir. Bunların birbirinden ayrılması, modern sekülerizmin “işi”dir. Sevap kazandıran çalışmanın/işin/uğraşın ön şartı “helal” olmasıdır. Helal olmanın anlamı ise -başta kamu olmak üzere- kimsenin bedenine-ruhuna, malına-mülküne zarar-ziyan vermemesidir. Vergilendirilmiş (zekât) kazanç, mübarektir. İlmihal dindarlığının zekâtı “ritüel” (İslam’ın Beş Şartı”) kategorisine koyması, külliyen yanlıştır. O, ekonomik sistemin/maliyenin temel değerlerinden biridir. “Bereket”, -yüce ve faydalı anlamları ile- Allah’ın sıfatı ve insana verdiği her şeydir (6/92, 7/45, 41/10, 7/137, 21/71…).  -Her ne kadar birinci deyim halk arasında eleştiri modunda kullanılır olsa da- İslam’da “dünya-ahiret dengesi” ifade etmek için kullanılan: “Hem sevap, hem kebap” deyimi ve  “Dünya, Ahiretin tarlasıdır” yargısı doğrudur.

“Kureyş” suresi, Hac ibadeti ile Mekke’de Hac mevsiminde kurulan panayırı/ticareti birleştirir. Tasavvuftaki “zahitlik/züht”, islamî bir erdem değildir. Tanrı’nın, mahlûkat içinde enkarne olması (Hiyerofani/Tecelli-Tezahür) olarak “kutsiyet” (mekân, nesne, kişi…) nitelemesi/inancı, şirktir, Allah’a eş koşmaktır.

Sonuç

“Her geceyi ‘Kadir’, her geleni, ‘Hızır’ bil”. “Kul daralmadıkça; Hızır, yetişmez” gibi deyimler, “dindarlığın”, salih amel-sevap olarak her yerde ve her zaman sürdüğünü, her eylemde gizli -daha doğrusu “açık” –  olduğunun, halk muhayyilesi ile kişileştirilmesi ve “mitolojik” olarak dillendirilmesidir. Şiîlerde bu yaklaşım: “Her yer, Kerbelâ; her gün, Aşûre” diye ifade edilmiştir.

Samimiyet ve Sahtekârlık Kıskacında Siyaset-Din İlişkisi

İslam, Müslüman toplumlarda kadim dönemlerde, imparatorluk yapılarında bütüncül bir ideoloji; istila dönemlerinde, kurtuluş savaşlarının motivasyonu, dinamiği, yakıtı idi (şehadet-cihat). Modern dönemlerde ise, halkı Müslüman olan bazı “Ulus Devlet”lerin idare sistemi/rejimi yapılmaya çalışıldı: “İslamcılık”. Yani çöken Hilafeti-Şeriatı geri getirme veya Kur’an’ı-İslam’ı yeniden hayata geçirme davası.

1. SORUN: TAĞUTLUK, ŞİDDET, İSTİSMAR

Hem kadim dönemlerde, hem de modern dönemlerde, siyasetin ve devlet idaresinin dine dayandırılmasının doğurduğu kaçınılmaz, temel sorunlar vardır. Bu durum, bütün dinler için geçerlidir. Bu sorunlar şunlardır: 1-Kişisel veya kurumsal “Temsil” yolu ile yani dini değer, sembol ve kavramlara (Allah, Kur’an, İslam, Ayet, Hadis…) aleni atıf yaparak Tanrısal gücü arkasına alan siyasi erk, cehaletle birleşen samimiyet veya art niyet ileTağutlaşabilir (Teokrasi). 2- Temsil makamı veya kişi, halkın dini duygularını istismar ederek manipülasyon ile kendine destek veya özel çıkar sağlar. 3- Mutlak hakikate haiz olduğuna inanan/zanneden temsil makamı veya kişi, kolayca zora/şiddete başvurabilir (iç-savaş).
Batı toplumları, Kilise’nin yaratmış olduğu bu tehlikelerden kaçmak için, Tanrı’yı, dini, kiliseyi devre dışı bırakarak, toplumsal olarak sekülerleşmeye; politik olarak da laikleşmeye başlamışlardır. Tanrı, normal olarak: “Bana koşun; Bana sığının” (51/50, 7/200) derken; kitleler, Tanrıdan, kiliseden, dinden kaçmaya başlamışlardır. Bu sonuç, Hristiyan toplumlarındaki kadar olmasa da Müslüman toplumlarda da ortaya çıkmıştır. Bu sonucu doğuran dinsel politik mutlak hakikatçı/dogmatik sürekli “teyit” tarzını, Fransız Filozof Paul Ricoeur şöyle tasvir eder: “Tehlike ise, bu teyit işlevinin sapkınca kullanılmasıyla ortaya çıkar. Tekelci seçkinler (bizim örneğimizde din adamları veya dinci siyasetçiler-İG), bu teyidi sapkınlaştırıp, onu yerleşik politik güçlerin eleştirilmeksizin haklı çıkarımına veya yüceltimine yarayan gizemleştirici bir söyleme dönüştürürler. Bu durumlarda, toplumun sembolleri sabitleşir, durağanlaşır ve bir fetiş haline gelir; bir yalanlar silsilesi olarak iş görür.” (P. Ricoeur, Dilin ve Mitin Poetikası. çev: Elis Simson. Cogito Dergisi. Sayı:56 (Güz-2008). s. 153). “Totalitarizm sorunu, politikada evrensel (mutlak-İG) bir doğrunun ve bilimsel bir söylemin olabileceği yalanında yatar. Politik dilin, aslında basit bir ikna ve kanı retoriği olduğu fark edildiği anda, insanlar, özgürce tartışmayı hoşgörü ile karşılamaya başlar. Popper’ın terimini kullanırsak, “Açık Toplum”, politik münazaranın sonsuza kadar açık kalacağı ve otantik bir dilin koşullarını sürekli sorgulamak ve yeniden kurmak için, o kritik geri adımı atmaya hazırlıklı olduğu gerçeğinin kabul edildiği bir toplumdur” (Ricoeur, a.g.y. s. 153)

Faslı düşünür Taha Abdurrahman ise, “İslamcılık” politikasını, yukarda bahsetmiş olduğumuz tehlikeler açısından şöyle eleştirir: ”…Din ve devlet arasındaki ilişkiyi, dinin siyasi bir yapı olarak görülmesi şeklinde algılayan bu anlayış, din olgusunu, egemenliğe dayalı siyasi yönetime mahkûm etmenin ötesine geçememektedir. Daha açık bir ifade ile, söz konusu anlayış, “siyasi egemenliğin” merkeze alındığı bir yönetim anlayışının, “dini yönetim” (daha doğrusu) dinin yönetilmesinin bir tezahürüdür. Öyle ki, bu şekilde bir devlet yapısı, kendisinin baskıcı ve tepeden inmeci iktidar hedeflerine hizmet edecek şekilde dini hayatın tezahürlerini kullanır ve bizzat taabbudî hayatın ve dini tezahürlerin arkasına yaslanarak, siyasi hedeflerine hizmet etmeyecek ne varsa, bunları devre dışı bırakır. Ya kendi keyfi değerlendirmeleri ve ideolojik yaklaşımı çerçevesinde dini nasları tevil eder; ya da bu hedeflere uygun “fetva”lar çıkarır.” (T. Abdurrahman. Dinin Ruhu. Çev: S. Gündüzöz. İst. 2021. S. 469). “…ister din-adamları zümresinden oluşan dini bir örgütlenme şeklinde olsun; isterse de bir grup siyaset adamından oluşan siyasi bir yönetim mekanizması şeklinde olsun, toplum üzerinde hâkimiyet kurar. Böylece, ilkesel olarak bu anlayış, kamusal alanda ilahi iktidar ve yönetim iddiasında bulunsa da çok geçmeden, bizzat kurdukları yönetim mekanizmasıyla, kendi bağımsızlığını sağlamak suretiyle uluhiyet makamını gasp eder ve çeşitli yasalar ve politikalar vasıtasıyla Tanrı’nın adına dayanarak insanlar arasında hükmünü ve yönetimlerini gerçekleştirmeye çalışır. Bu anlayış, zorunlu bir şekilde dini naslardan istifade etmez. Aksine, daha ilk başlangıçtan itibaren, kendi kafasından pozitif yasalar vazeder…” (Abdurrahman, a.g.e. s. 600-601)

2. ÇÖZÜM: “AHLAKİ LAİKLİK=RAHMANİ SİYADSET”

Kur’an açısından bir amelin/eylemin siyasi, hukuki, iktisadi, ahlaki veya ibâdi olması açısından herhangi bir fark yoktur. Hepsi “Salih Amel” olarak isimlendirilir. Yani doğru, hikmetli, maslahata uygun karar ve eylem. Kur’an göre, Allah, Hz. Musa’yı, Mısır’da Firavunlar tarafından köleleştirilen İbranileri kurtarmak için, “politik” bir misyon ile görevlendirdiği gibi (44/30-31)i; Yahudi kralları Davut ve oğlu Süleyman’ı da adil-ahlaki yönetimlerinden dolayı övmüştür (21/15-38,79-81). Peygamber Hz. Yusuf, Firavun kabinesinde Maliye Bakanı olarak görev yapmıştır (12.Yusuf Suresi). Aynı şekilde, Yunanlı dinsiz filozoflardan Platon, siyaseti hukuk; Aristo ise, pratik ahlak olarak vazetmiştir. Buna karşın, “dinli” (Müslüman) olan Muaviye ve Hristiyan Makyavelli, siyaseti kandırma, kurnazlık, kumpas ve hinlik olarak tanımlamış ve icra etmişlerdir. Bu nedenle, Batı’nın, “Laiklik” ilkesi ile siyaset, iktisat, hukuk ve ahlak alanlarını Tanrı’dan/Dinden koparması, -girişte bahsetmiş olduğumuz haklı gerekçelere/tehlikelere dayansa da- yanlıştır. Bahsedilen tehlikelerin bir kısmından kurtulmuş olunsa da benzer sonuçlar (örneğin totalitarizm, iç-savaş…) başka saiklerden yine doğmuştur.

Benim önerim, maşeri vicdanda makes bulan: “Devletin dini, adalettir” doğru sloganı gereği, “Ahlaki Laiklik” veya “Rahmani Siyaset” tir Bunun anlamı şudur: Samimi dindarlar, Allah rızası, vicdani saik veya cenneti kazanma beklentisi/umudu ile siyaset yaparak “sevap” kazanmak istiyor olabilirler; bu, onların tabii hakkıdır. Yalnız, siyaset yaparken, siyasette dini değer, sembol ve kavramlara aleni olarak atıf yapmayacaklar; kendileri, kanaatlerini dini kaynaklardan beslenerek oluşturabilirler. Ancak kamu maslahatını temine yönelik programlarını, önerilerini, çözümlerini bize makul-mantıklı ve ahlaki bir dil ile getirecekler ve bizi ikna etmeye çalışacaklardır. Çünkü Kur’an’da ve Hadislerde ortaya konan maslahata, makuliyete ve ahlaka dayanan; dogmatik olmayan, gerekçeli ve açık (mübin, hikmet-i baliğa, burhan, beyyine, delil…) bir dildir. Siyaset yapanlar, Tanrı’nın, Kur’an’ın, Peygamber’in, Ayetin, Hadisin veya Şeriatın ve Hilafetin arkasına gizlenmeyecekler; onların adını anmayacaklar; Onları, siyasette kendilerine maske veya payanda yapmayacaklardır. Samimi olsalar bile, siyasette bu kavram, sembol ve değerlere atıf yapmayacaklar. Samimiyet (niyet), dinde “gerek şart” olsa bile; “yeter şart” değildir, ahlâki açıdan hiçbir garantisi yoktur. Samimiyet, cehalet ile birleşince; doğan sonuç, bilerek hainlik yapmaktan doğan sonuçtan bin beter olabiliyor. Biz, sonuçlara bakarız: “İnneme’l-amalu bi’l-Havatım=İşler, sonuçlarına göredir.” de bir “Buhari” hadisidir. Örneğin: Saint Bertelemo katliamında bir gecede 30 bin Protestan, Katolikler tarafından, samimiyetle (“Tanrı rızası” için) katledildiler. Bizim Haricilerimiz de, -Hz. Ali başta olmak üzere- binlerce masum Müslümanı, aynı saik ile katlettiler. Günümüzde İŞİD de, benzer katliamlar yaptı.

Rahmeni siyaset, “Rahman” gibi, yönetirken insanların dinini, dilini, ırkını sormaz. “Zalimlerden başkası için düşmanlık yoktur.”(2/193, 28/28). Asıl olan, adalete dayalı ahlaki sözleşmedir. “Medine Vesikası”ında olduğu gibi: “Yahudiler, Müşrikler ve Müminler, bir toplum oluşturur.”

3-SONUÇ

Hasılı, direniş motivasyonu (Panislamizm) olduğu kadar; bir yönetim/rejim tarzı olarak da II. Abdulhamit ile başlayan “İslamcılığın” son yüzyıldaki macerasından bu dersi artık çıkarmalıyız. Son olarak Türkiye de bu sorunun ceremesini çekmeye başladı. “İslamcı”larımızın –Cemaat-Tarikat ve Siyaset versiyonları-, “Temsil” iddiası ile ortaya koydukları siyaset ve dindarlık performansı, halkımızın bir kısmını dinden soğutmaya başladı. Artık, “Yüzde doksan dokuzu “Müslüman” olan halkımız” cümlesini kuramıyoruz.