‘Harp, hiledir’ (Hadis) de; Siyaset, ‘Harp’ midir?: Muhafazakâr Siyasetin Psikoanalizi

1- HARBİN/HİLENİN KUCAĞINDA DOĞUM: İSLAM

İslam, 23 senelik bir “İç-savaş (Mümin-Kafir, Mümin-Münafık, Hizbullah-Hizbuşşeytan….)” sürecinde doğdu. Hz. Muhammed’in ölümünden, Muaviye’nin intikam , ihanet ve zorla hakimiyetini kuruncaya kadar da, iç savaş/”el-Fitnetu’l-Kübra” olarak (Ridde, Cemel, Sıffın, Harre….) devam etti. Abbasi İhtilali de, bir iç savaştı. Siyaset, Nazi filozofu Carl Scmith’in kavramsallaştırması ile defacto “Dost-Düşman” kavramsallaşması üzerine kurulu idi. İslam, Araplar’ın çöl coğrafyasında yüzlerce yıllık süre içinde oluşmuş şiddete teşne olma, kabilecilik ve çapulculuk tabiatlarını geriletemediği için; islam’ı çevrelerine anlaşmalar(Feth Suresi/48) ile barış içinde tebliğ etme yerine; komşuları ile de işgal, gasp, talan, ganimet uğruna savaşa giriştiler. Siyaset, “savaş” olarak icra edilince; bu iç ve dış savaşlarda/siyasette Arapların bu işte uzmanlaşmış dört tane “Dâhi” leri vardı: Muaviye, Amr ibn As, Muğire b. Ş’ube ve Ziyad b. Ebih. Bu bağlamda “dahi” -icat çıkaran veya sanat eseri yaratan değil-; kurnaz, hilekâr, kurt, çakal siyasetçi demekti.

2- KUR’AN VE AHLAK OLARAK SİYASET

Real politik bu olmasına rağmen; Allah, Kur’an’da siyaseti “Harp/Hile” üzerine değil; barış ve anlaşma üzerine kurmak istiyordu. Peygamberimizin dediği gibi: “Harp,- siyaset değil- hiledir”. Tamam, doğru. 60. Mumtehine suresinin 7-9 ayetleri, siyasetin neyin üzerine kurulmasının gerektiğini, sarih bir şekilde ortaya koyar: “ Allah, gerektiğinde sizinle düşmanlarınız arasına bir sevgi koyabilir; Allah, her şeye kadirdir, affedicidir, rahimdir. Allah, dini aidiyetinizden dolayı sizinle savaşmamış; sizi yurtlarınızdan zorla çıkarmamış (gayri müslim) kimselere iyilik etmenizden, onlara adil davranmanızdan sizi men etmez.

Allah, adil davrananları sever. Allah, ancak, sizinle dini aidiyetinizden dolayı savaşan, sizi yurtlarınızdan zorla çıkaran veya çıkarılmanız için destek verenleri dost edinmenizden meneder. Kim, onları dost edinirse; işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.” Allah, iç ve dış siyasetin daima ahit/akit, misak(“Toplum sözleşmesi”) üzerinden adalet prensibine bağlı olarak yürütülmesini ister. “Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.”(2/193). Yahudi Kıralları Davut ve Süleyman’ı da, bu bağlamda Müslümanlara “örnek” olarak gösterir(37/15,27/16,38/30-34…). Hz. Muhammed de, Medine’ye hicret ettikten sonra, oranın Yahudi, Müşrik ve Müslüman kabileleri ile ortak sorumluluk ve haklarını belirleyen(Ümmet) bir anlaşma(ahit/akit/misak) metni oluşturmuştur(“Medine Sözleşmesi”). Yönetim, ilke olarak “Şura”(3/159, 42/38) ile, sorumluluklar ehliyet/liyakat ilkesine göre dağıtılır(4/58) ve adalet/hukuk ile icra edilir. Devletin/yönetimin dini adalettir.

Bu siyaset içeriğini, ahlak felsefesini, Yunan felsefesinin genetik özü olan aynılık/kendiliğin ontolojik emperyalizmi yerine; “Başkası” ve onun insani dolayımı olan “Yüz” üzerine kuran E.Levinas’ın “Radikal Çokluk” kavramında da buluruz. Totaliterlik veya konsensüs, “Başka”sını aynıya/kendine emerek onu yok etmektir. Daimi “ötekilik” ise, özgürlüğün penceresi olarak daima açık kalır: “ Radikal çoğulculuk, bir araya geldiğinde, daha büyük bir bütünlük içerisinde, aynılaşarak kapsanamayan bireylerin oluşturduğu birçokluğu ifade eder. Çokluğu oluşturan bireylerden biri, diğerinin olumsuzlanması olduğunda, birleşerek bir bütünü oluşturabilirler. Oysa Radikal çokluk, tümlenmenin imkânsızlığıdır. Çünkü, öznenin, bir diğeri tarafından olumsuzlanması yüzünden değil; sonsuz bir fazlalık, sonsuz bir uzaklık ve radikal mutlak başkalık yüzünden tümlenme imkânsız hale gelir. Savaşta, varlıklar bir bütüne ait olmayı reddederler.

Toplumu reddederler, yasayı reddederler; hiçbir sınır, bir varlığı diğeri yüzünden durduramaz veya onları tanımlamaz. Kendilerini bir bütündeki yerleri ile değil, kendi benlikleri ile tanımlayarak bütünü aşan konumları ile onaylarlar.” (Emmanuel Levinas: Sonsuza Açılan Yol Benliğimizin Ötesindedir. Haz: Melis Uygur Biibika. İst. 2025. S 100). Özetle Platon-Aristo ve Farabi’de olduğu gibi, Kur’an’da da siyaset “Pratik Ahlak”tır. Filozoflarınki “Site/Medine” devletinde; Kur’an’ınki ise, bütün bir yeryüzünde.

3- SALTANAT VE SİYASET

Oysa Müslüman toplumlarda yönetim, Muaviye ile birlikte tek kişiye/aileye tapulanmıştır(Saltanat/Meliklik). Gayri müslimler “ikinci sınıf(zımmi)” vatandaş olarak görülmüş ve Müslüman muhalifler ise, maslahat/zaruret/rahmet olarak değil; “Fitne-Fesat” olarak kodlanmıştır. Dolaysıyla siyaset, tarih boyunca “Harp-Hile” olarak icra edilmiştir.

4- DEMOKRASİ VE SİYASET

Demokrasi teorisi, siyaseti –içerde. İG- savaş ve hilekârlık olmaktan çıkararak barış içinde aleni bir “yarış olarak kurmuştur. Toplumu-devleti yönetmek için iktidar kadar muhalefet de meşrudur. Nasıl yöneteceklerini “Parti programı” olarak halka anlatırlar; halk da, tercihini yapar. İktidar, silaha ve savaşa başvurmadan, kansız bir şekilde değiştirilebilir. Hukuk Devleti, Kuvvetler (Yasama-Yürütme-Yargı) Ayrılığı, Anayasal Vatandaşlık ve Laiklik, bu yönetim tarzının bileşen kavram ve kurumlarıdır. Batı toplumları, dış siyaseti savaşın silahsız olarak hile ile(diplomasi-istihbarat) devamı olarak görmeye devam etmişlerdir (Makyavalizm). Burjuva sınıfının, demokrasiyi manipüle etme teşebbüslerine karşı işçi sınıfı, siyasal ve sendikal hareketler ile mukabelede bulunmuştur.

M. Kemal ve arkadaşları, Kurtuluş Savaşından sonra, siyaseti “Devrim” yani zor/savaş mantığı ile yaparak, eski rejimi(Hilafet-Şeriat-Tarikat) ilga ederek, yerine cumhuriyet rejimini kurdular. Muhalefeti bastırmak için de “Darbe” geleneğini sürdürdüler. Demokrasiye geçildikten sonra, muhafazakâr-sağcı muhalefet, Demokrasi kurallarına uyarak siyaset yapmaya çalıştı.

5-TÜRKİYEDE HARP/HİLE OLARAK SİYASET

Şair Mehmet Akif, “Safahat” adlı manzum eserinde, Osmanlı toplumunu ve devletini çöküş noktasına getiren Türk-Tasavvuf Sünniliğini eleştiriye tabi tuttu. Said Nursi de “Risaleler” adlı külliyatı ile kendince Sünni ilahiyatı estetize etmeye çalıştı. Her iki şahıs da, Devrimciler tarafından mağdur edilmiş olmalarına rağmen; devlete/yönetime karşı hilekâr-düşmanca bir tavır takınmadılar. Benzer tutumu, düşünür Nurettin Topçu ve şair Sezai Kararkoç’ta da görmek mümkündür. “Sultanu’l-Şuara” olarak anılan N.F.Kısakürek ise, devrimcilere karşı sert-düşmanca bir sövgü dili(müstevlilerden beter, kubur fareleri, maymun….) ile onları eleştirdi. Devrim, muhafazakârlarda bir travma yaratmıştı. Yetmişli yıllarda Türkiye’nin “Daru’l-Harp” olduğunu söyleyen bazı katı muhafazakârlar, “Daru’l-Harp Fıkhı” nın uygulanmasını savunurlardı. “Milli Görüş”, “Hizmet Hareketi” ve Ak Parti, bu travmanın(N.F. Kısakürek) değişik kristalleşmeleridir.

1980 ihtilalinden sonra muhafazakârlar, siyaseti “fiili savaş” olarak değil de; o savaşın bir niteliği olan “Hile-Takiyye” ile özdeşleştirdiler. Devleti ele geçirmek için Fetullah Gülen “Hizmet Hareketi” diye sivil/legal bir oluşum ile devlete sızmaya başladı(“Paralel Yapı”). İki binlerden sonra kurulan AK Parti de, bu hareketle işbirliği içinde siyaseti, iktidar olmaktan “muktedir” olma aşamasına geçmek için “Hile” olarak yapmaya başladı. Sonunda Fetullah, aynı hileyi/savaşı (Darbe girişimi) İktidara karşı yapmaya kalkıştı ve “FETÖ” oldu. Çünkü, siyasetin “Harp” olduğu bir teolojik/kültürel gelenekten geliyordu. İmdi, siyaseti “Hile” olarak yapmaya başladığın andan itibaren, “muhaliflerini” de otomatik olarak “düşman” olarak görmeye başlarsın. Siyaset, hile/savaş olarak görülmeye başlanıldığı andan itibaren “Hukuk/Kanun”, kendinde amaç/gaye (adalet) olmaktan çıkıp; siyasetin aracı/aparatı/iti olmaya başlar. Oysa Demokraside, Hukuk Devletinde siyaset, eşit vatandaşlar arasında ve barış içinde bir “Yarış” olarak “aleni” ve “denetleme” ilkelerine göre yapılır. Bugün Türkiye’nin temel sorunu, Devrimin muhafazakârlarda doğurduğu travmanın henüz atlatılamamış olmasıdır.

Türkiye’de Siyaset ve “Fırsatçılık” İlişkisi

Son dönemlerde kiralarda, gıda ve emtia fiyatlarında enflasyonla orantılı olmayan bir artış yaşandı. Bunu, ev sahiplerinin ve esnafın “Fırsatçı”lığı olarak niteleyip ahlaksızlık olarak eleştirdik. Fırsatçılık özü itibari ile hakkaniyete uygun olmayan, fahiş fiyat artışı, kurnazlık, ne pahasına olursa olsun başarı, acımasızlık, “Acırsan, acınacak duruma düşersin” anlayışıdır. Fakat kimse, bu davranışın, bu kadar yaygınlaşmasının kaynağını sorgulamadı. Ben, bunun, Türkiye’de yirmi küsur yıldır yapılan siyaset tarzının, halka sirayeti olarak görüyorum. Gel ki halkımızın genetiğinde fırsatçılık biraz vardır: “Salla başını, al maaşını”, “Nerde beleş, orda yerleş.”, Bedava pekmez, baldan tatlıdır.” gibi deyimler, bu gerçeği ortaya koyar. Trafikte sürekli şerit değiştirmeyi itiyat haline getiren; mevsimlik fiyat indirimlerini “Vurgun” diye reklam yapan bir zihniyet, fırsatçıdır.

Kartalkaya otel yangınından sonra 400 TL olan yangın tüplerinin birden 700TL ye fırlaması, fırsatı “ganimet” e çevirme becerisidir. İcat çıkarma(S. Bayraktar örneğinde olduğu gibi), üretim, emek ve ticaret yerine; yağma-talan-ganimet kültüründen/itiyadından geliyor oluşumuzdan dolayı Belediyeciliği, imar ve inşaatı, şehirciliği, madenciliği “köşe dönme/ganimet” vesilesi yapmamızı doğuruyor.

Olayın doğru anlaşılması için, el an yapılan siyasetin genetiğini çözümlemek gerekir. Bunun için de yakın tarihe bakmamız gerekir Kültür Devrimi, tarihte çok az sayıda siyasetçinin ve ülkenin teşebbüs ettiği “skandal” düzeyinde bir eylemdir. Fransız Devrimi (Jakobenler), Çin(Mao)in kültür devrimi ve Rusya’nın (Lenin-Stalin) kültür devrimi. Bir de bizimki. Türk kültür devrimi, işlevi bitmiş bir çok kurumu tasfiye etme girişimi olduğu gibi; aynı zamanda halkın kurucu kimliğini oluşturan bazı dinsel değerlere (zülfiyare) dokunmuştur. Diğer devrimler neyse de; kimliğin kor unsurlarına ikna yolu ile değil de, zorla dokunmak, halkta doğal olarak bir içerleme-uçuklama doğurmuştur. Şapka giymediği gerekçesiyle bir âlimi asmak, aklın alacağı bir şey değildir. Devrimciler, başlangıçta kurdukları “İstiklal Mahkemeleri”, daha sonraki “Yassıada Yargılamaları” ve yaptıkları “Darbeler” ile muhaliflere “iç-düşman” muamelesi yapmışlardır.

Türkiye’nin tarihinde “Hukuk”, büyük ölçüde hakkaniyetin tezahürü değil; devrimcilerin ve onlardan rövanş almak isteyenlerin siyaset yapmak için aracı/aparatı/sopası/iti olmuştur: “Kanun/Kararname Devleti”. Oysa “Hukuk”, maşeri vicdanın kahir ekseriyetinin ikna olduğu, itminan bulduğu sığınaktır.
N. Fazıl Kısakürek, yazılarında ve şiirlerinde Devrimcilerin yaptıklarını “Müstevli”lerden daha beter olarak görüp onlara karşı “kin”ini canlı tutmayı önerir. Devrimcileri “Kubur fareleri” ne ve “Maymun”lara benzetir. Hasılı o da devrimcileri, muhafazakâr halk yığınlarına “iç-düşman” olarak lansa eder.

Türkiye’de Devrimin böylesine bir travmaya dönüşmesinin nedeni, yapılan değişikliklerin, devrimcilerin gözünde tümünün doğru, çağdaş, işlevsel ve ileri adımlar olduğu inancı; muhafazakârların nezdinde ise, devrimden önce var olan kavram, kurum ve geleneklerin (şeriat, tarikat, hilafet) tümünün doğru, iyi, olması gereken ve kutsal olduğu inancıydı. Her iki tarafın entelektüel ve aydınları, içinde bulundukları dogmatik kuyudan çıkıp veya kaleden inip; birbirleri ile müzakere ederek, ortak bir bileşen/sağduyu yaratamadılar.

Sayın Erdoğan, Necip Fazıl’ın sadık bir takipçisidir. Siyasi ideolojisini büyük ölçüde Necip Fazıl’ın fikir ve hamaseti oluşturur. Siyaset ise, Sünni gelenekte savaş, hile, (Harp, hiledir; siyaset, savaştır) kurnazlık, kumpas, pusu, takiyye, yalan… olarak görülür. “İlm-i siyaset”in anlamı “Hile”dir. Doğruyu doğrudan söylememe ve yapmamadır. Sünniliğin siyasal babası Muaviye, Makyavelli’nin önde gidenidir. Siyaset, uzun süredir böyle bir anlayış ve psikoloji ile yapılınca; bu durum, kendiliğinden vatandaşa sirayet eder. Zira ”Hal, sâridir.” Araplar, İranlılar veTürkiye toplumu, tarihsel-kültürel olarak öndere, hakana-kağana, padişaha, sultana büyüğe, imama bakar ve ona bağlıdır: “En-Nas, ala din-i mülukihim=İnsanlar, yöneticilerin dinine bağlıdır.” “Balık, baştan kokar”, “Başın sağolsun”, “Baş, başa bağlıdır; baş da Allah’a”, “İmam, bilmem ne yaparsa; cemaat da, bilmem ne yapar.” Siyaseti “fırsatçılık” olarak yapanlar, ekonomik alanda vatandaşın kendilerini yansılamasını eleştirme hakları yoktur.

İslami açıdan meseleye bakacak olursak, dış siyaset, toplumun güvenliğini sağlamak ve “Biz”im için kurulan tuzakları boşa çıkarmaktır. Başkalarını tuzağa düşürmek, saldırganlık, gasp, işgal ve sömürü haramdır. İç siyaset ise, toplumun refahını ve adaleti temin etmektir. Siyaset, “din dili” üzerinden değil; adalet, maslahat üzerine kurulur. Devletin dini adalettir. İçerde ve dışarda “Biz ve Öteki” ayrımı, iman-küfür üzerinden değil; adalet ve zulüm üzerinden kurulur. Rahmani siyaset, Rahman olan Allah’ın inanan ve inanmayan kullarına adaletle muamele ettiği gibi muamele eder. Hukuk ile siyaset arasında şöyle bir ayrım yapılabilir. Hukuk, Rahmaniliğin yeryüzünde tecellisidir. Siyasete gelince, elbette siyaset, zorunlu bir faaliyettir. Ancak dikkat edilmediği takdir de Şeytanlık ve Tağutluğa kolayca kayabilir. Hatta şeytan, bu işi “Allah” ile aldatarak yapar (31/33, 35/5, 57/14).

Demokrasilerde siyaset, “rekabet ve yarış” olarak icra edilirken; etnik, dinsel ve ideolojik toplumlarda “dost-düşman” ve “hain-vatansever” jargonları ile yürütülür. Türkiye, ikinciden birinciye henüz evirilemedi.
Vatandaşlık düzeyinde “Narin Cinayeti”, Sağlık sektöründe “Yeni Doğanlar Çetesi”, Turizm sektöründe “Kartalkaya Otel Yangını”, Siyasette “Sinan Ateş Cinayeti”… örnekleri Türkiye’de “fırsatçılık” olarak siyaset ve ekonominin geldiği yeri gösterir: İhmal, inkâr, inat, insafsızlık.

Sonuç olarak, -yeri geldiğinde- kendimiz ve biz aleyhine de olabilecek, hakkaniyete/hukuka/adalete dayalı yeni bir “Kendi” ve “Biz” oluşturamadığımız sürece, burnumuz pislikten çıkamayacak.

Tanrı’yı “Öldürmek” ve Allah’ı “Kullanmak”: Cesaret ve Kurnazlık

1. Tanrı’nın Öldürülmesi

Yunanlar ve pagan Romalılar, kendilerinde bulunmayan bir niteliği Tanrılarına vermezlerdi. Tanrıları, doğalarının ve içgüdülerinin bir yansımasıydı. “Bu insan, gözlerini yukarıya kaldırıp gökyüzüne saygıyla bakmaz; tersine, erk tutkusu ve gururla dolu olduğu için, aşağıya doğru, düşman ve kıskanç gözlerle yeryüzüne bakar. Tanrı’dan gitgide daha çok uzaklaşır ve deneysel şeylerin dünyasına gitgide daha çok gömülür. Sekülerleşme onun kaderidir; “kahramanlık”, başlıca yaşam duygusu; tragedya ise, nihai amacı.”… “Kahramanlık ya da Prometheusçuluk çağları, özellikle dinamik hareketli ve etkindir. Roma, erkinin doruğunda kendini böyle hissetmişti. 16’ncı yüzyıldan sonraki German Roma Batı’sında da bu prototip egemen olmuştur. Son dört yüzyılın Prometheusçu Batı kültürü, bu prototipin iyi bir örneğidir” (P. A. Sorokin, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri. Çev: Mete Tuçay. İst. 1972. S.117). Orta Çağ’da Kilise’nin yarattığı Tanrı imgesi böyle değildi. İnsanın bedenine/biyolojisine adeta düşmandı. Kilise, bir “ruhbanlık”tı. Nietzsche, Kilise’nin yarattığı bu Tanrı imgesini şöyle eleştirir: “Hristiyan Tanrı kavramı -hasta tanrısı olarak tanrı, örümcek olarak tanrı, tin olarak tanrı- yeryüzünde ulaşılmış en yoz tanrı kavramlarından biridir; belki de, tanrı tipinin batış sürecindeki en düşük seviyeyi temsil eder. Tanrı’nın, yaşamın aydınlanması ve ebedi ‘evet’i onaylamak yerine, yaşamı çelecek kadar yozlaşması! Tanrı’da yaşamın ve yaşama isteğinin düşman ilan edilmesi!” (F. Nietzsche, Deccal. Çev: Oruç Aruoba. İst. 1995. S.29).

Aydınlanma, Rönesans, Reform, Fransız Devrimi ve Endüstri Devrimi süreçleri ile Batı, Kilise’nin yarattığı din (Hristiyanlık) ve Tanrı imgesini reddederek, asli kökleri olan Yunan ve Roma’ya geri döndü. Nietzsche, bu süreci Prometheusçu, kahraman insanın bir “düellosu” olarak veya “Tanrının öldürülmesi” olarak niteler. Nietzsche, kaçık adamın, Tanrı’nın ölümünü pazaryerinde ilan edişini şöyle anlatır: “… Kaçık adam, onların ortasına atılıp bakışları ile onları delip geçerek: ‘Tanrı, nerede?’ diye sorar; şunu da söyleyeceğim; onu biz öldürdük -sizlerle ben-. Onun katiliyiz hepimiz. Ama bunu nasıl yaptık; denizi kim içebilir? Bütün ufku silmemiz için elimize bu süngeri kim verdi? Güneşinin zincirlerinden koparırken, biz, ne yaptık yeryüzünde? Nereye gidiyor şimdi dünya; biz, nereye gidiyoruz? Bütün güneşlerden uzağa mı? Sürekli, boş yere, geriye, öne, yana, bütün yönlere atılıp durmuyor muyuz? ‘Üst-alt’ kaldı mı? Sanki sonsuz bir hiçte yolumuzu yitirmiyor muyuz? Boş uzayın soluğunu hissetmiyor muyuz? Giderek daha çok gece daha çok gece gelmiyor mu? Öğleden önce fenerleri yakmamız gerekmiyor mu? Hava giderek soğumuyor mu? Tanrı’yı gömen mezar kazıcıların yaygarasından başka bir ses duyuyor muyuz? Tanrı’nın çürümesinden başka bir koku duyuyor muyuz? Tanrı, çok çürüdü. Tanrı öldü! Tanrı öldü! Tanrı öldü! Tanrı öldü gitti!…” (M. Heidegger, Nietzsche’nin “Tanrı Öldü” Sözü. Çev: L. Özşar. Bursa. 2001. S.16) Tanrı’nın ölümünden sonra Avrupa’da (Utulitarizm/J.S Mill-J. Benham) ve Amerika’da (Pragmatizm/W. James-J. Dewey) ahlak ve din felsefesi, Hristiyanlığın peşine takıldığı Yeni-Platoncu “Gerçek/Hakikat” arayışı olmaktan çıkıp “Bugünü nasıl daha zengin bir geleceğe dönüştürebiliriz?” arayışına dönüşmüştür. (P. Watson, Hiçlik Çağı (Tanrı’nın Ölümünden Sonra Dünya). Çev: B. Mete-D. Eraş. İst. 2024. S.69)

2. Allah’ın Kullanılması

Kur’an: “Dikkat edin, şeytan (ğarur=ayartıcı), sizi, Allah ile aldatmasın” (31/33, 35/5, 57/14) uyarısında bulunur. Bu günah, müşriklerin içine düştükleri: “Allah’ı(n kişiliğini/karakterini) gereği gibi doğru takdir edememek” (6/91, 22/74, 39/67) yüzünden işlenir. Bu günahı, Müslümanlar da, başlıca üç şekilde işlemişlerdir.

a) Kadercilik: 

Kadercilik, cahil veya art-niyetli insanların, Allah’a saygı ve tazim adı altında ona iftira atmalarıdır. Kur’an: “Allah’a iftira atandan daha zalim kim olabilir?” (6/21, 7/37, 10/17…) diye, bu suçu işleyenleri kınar. Sünniliği büyük ölçüde belirleyen Eş’arilik, bu günahı işlemiştir. Oysa Allah, Kur’an’da baştan sona kadar, kendi-külli iradesinin, insanın cüzî-iradesine bağlı olarak tecelli ettiğini vurgular. İslam düşünce tarihinde Mutezile ve Maturidilik, bu görüşü dile getirmeye çalışmıştır. Allah’ın karakterini yansıtan “Esma-i Hüsna”yı “Sünnetullah” çerçevesinde yorumlamaya çalışmışlardır. (Geniş bilgi için bkz. İlhami Güler, Allah’ın Ahlakiliği Sorunu. Ank. 1998.) Merhum Mehmet Akif, Safahat adlı manzum eserinde Sünniliği belirleyen Eş’ariliğin kaderciliğinin şekillendirdiği mümin/müslim tipini şöyle eleştirir:

……….

“Demek ki: her şeyin Allah…Yanaşman, ırgatın O;

Çoluk-çocuk, O’na ait: lalan, bacın, dadın O;

Vekil-i harcın O; kâhyan, müdir-i veznen O;

Alış, seninse de; verişten mesul olan O;

Denizde cenk olacakmış, gemin O, kaptanın O; 

Ya ordu lazımmış, askerin-kumandanın O;

Köyün yasakçısı, şehrin de baş muhassılı O;

Tabib-i aile, eczacı… hepsi hasılı O;

Ya sen nesin? “Mütevekkil”! Yutulmaz artık bu!

Biraz da saygı gerektir; ne saygısızlık bu!

Hudâ’yı kendine kul yaptı; kendi oldu Hüdâ;

Utanmadan da “Tevekkül” diyor bu cürete… Ha?” 

(M. Akif. Safahat. İst. 1985. S.268)

……….

b) Kaldıraç

Kur’an’da Cihat ve Fütuhat, İslam toplumunu mütecaviz saldırılardan korumak ve İslam’ın barış ortamında yayılmasını (tebliğ) sağlamak için önerilmiş iken; erken dönemlerden itibaren Araplar, bu iki kavramı istismar ederek, kendilerine ekonomik gelir (ganimet) ve siyasal nüfuz elde etmek için bir “kaldıraç” olarak kullanmışlardır. Kur’an’ın nazil olduğu dönemlerde Müslümanlar ile “sürekli düşmanlık ve savaş durumu”nu müşrikler yaratmış; Müslümanlar, savunma-korunma durumunda iken; daha sonraları geliştirilen, zulüm yerine, “küfr”ün “düşmanlık” sebebi olarak vazedilmesi ve gayrimüslimlerle “sürekli savaş” (Daru’l-Harp) hali ilan edilerek, durduk yerde etrafa saldırı yapmak meşrulaştırılmıştır. Komutanlar, ganimet ve kabile asabiyeti saikinin karışık olduğu din savaşlarında (cihat-fütuhat), askerlerine: “Allah, Allah” nidaları ile hücum-saldırı emri vermişlerdir. Hatta sükûnet/barış/anlaşma halinde bile, her bahar bir sefere çıkılması gerektiği yönünde fetvalar verilmiştir. Vergi gelirleri düşmesin diye, insanların “Müslüman” olmaları, hoş görülmemiştir. M. A. Cabiri’nin, Arap Aklının Siyasal Yapısı adlı kitabını okumak, “Fütuhat-Cihat”taki Kabile, Ganimet ve Dinin yerini/oranını görmek için yeterlidir. Benzer motivasyon, -bir yönü ile- göçebe ve asker Türklerde “Gazâ (ğazve=baskın, saldırı, talan, işgal)” kavramı ile dile getirilmiştir. Köroğlu’nun: “Eğri kılıç, kınında paslanmamalıdır” deyişi ve “Gazi” kavramının “Şehitlik” ile akrabalandırılması, “Ganimet Ekonomisi” ile din-İslam-Allah arasındaki ilişkiyi ifade eder: “Hay’dan gelen, Hu’ya gider.”

c) Kisb-i Kâr/Rant

Türkiye’de son 25 yıldır din/İslam (Allah), büyük ölçüde siyaset aracılığı ile ekonomik kâr/rant elde etmek için kullanılıyor. Kendini bilen dürüst dindarları tenzih ederim. “İnşaat ya Resulullah!”, bu süreci ifade eden bir deyimdir. İşin iyice cılkı çıktı. Görünüşte ve sözde: “din-iman-Allah”; gerçekte ise, “han-hamam”. Şeytan, insanları “Allah” ile aldatıyor; insanlar da mümin kardeşlerini “Allah” diyerek aldatıyorlar. Rahmetli Y.N. Öztürk’ün Allah ile Aldatmak adlı kitabı, bu durumu gözler önüne sermektedir. İroniye bakın ki kitabın çıktığı ilk hafta kitapçıya almak için gittiğimde, kitabın kapağında “23. Baskı” yazıyordu. İhale verdiklerinden aldıkları “rüşvet”in -“komisyon” mu demeliydim?- günahını sildirmek için, müteahhide “cami” inşa ettiriyorlar (“Minareyi çalan, kılıfını uydurur”). “Bakara-makara” diyerek, adam kandırıyorlar. “Vakıf” özel mülkiyetin “kamu” hizmetine tahsis edilmesi iken; -Osmanlı dâhil- Türkiye’de kamu mülkiyetinin özel mülkiyete tahsis edilmesi anlamına geliyor. “Kitleler, Tanrı’yı kandırma (“kullanma” mı deseydi?) peşindedir” (Spinoza).

Allah ile Hakiki İlişki: Misak/Ahit/Akit (Sözleşme)

Tanrı’nın “öldürülmesi” (Nietzsche’nin tasvir ettiği Hristiyan Tanrı), bir “istiğna”yı gizlediği gibi; bir yanı ile de bir dürüstlüğü, mertliği, cüreti, düelloyu ifade eder. Ancak, Müslümanların yaptığı (Allah’ı kullanma), -bir tür kurnazlık olarak- onların yaptığından daha az kötü bir şey değildir. Kur’an, Allah ile insan arasındaki ilişkiyi “korku-umut” (havfan ve tamaaen, rağaben ve rehaben) üzerine kurar. Buna “takva” da diyebiliriz. Allah’ın şahsiyetini (Esma-i Hüsna/Sünnetullah) ve her konudaki hükmünü doğru/gereği gibi takdir etme kaygısı. Sürekli tetikte ve teyakkuzda olma durumu. Kendini/vicdanını kandırmama titizliği. Kül yutmama, uykusuz-uyanık olma. Söylenene kulak kesilme ve gözünü/gönlünü açık tutma hali. İnsana yüklenen “emanet/sorumluluk”, göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten sakındığı kadar ağırdır (33/72). Allah ile insanlık arasındaki ilişki, özgür iki irade arasında gerçekleşen bir sözleşmedir (7/172). Başlangıcı “kulluk” ilişkisi olsa da; gelişmesi “dostluk/velayet” ilişkisidir (Kastımın, Tasavvufta geliştirilen ve Hristiyanlıktaki “aziz”lere benzeyen “velilik” ile bir ilişkisinin olmadığını belirtmek isterim).Tersi ise, istiğna/şeytanlık olarak O’na meydan okumak (Batı’nın durumu) veya hevaya uyma/hayvanlık olarak, onu kandırmaya/kullanmaya çalışmaktır (İslam dünyasının durumu). Özetle, “Dinini tilkiden (kurnaz) öğrenirsen; tavuk yemeyi sevap sanırsın” demişler.

Taliban-İŞİD ve HTŞ: Ya da “Samimiyetten Doğan Dehşet”

Bu örgütlenmeler, görünüşte Afganistan’da ve Ortadoğu’da yabancı işgali veya yerli seküler diktatörlüklere karşı İslami enerji/iman ile oluşmuş kristalleşmelerdir. Daha derinde ise, ABD, İngiltere ve İsrail istihbaratlarının ta başından beri manipülasyonlarına açık halde, bu enerjiyi dünyaya “Terörist” olarak gösterme stratejilerini içinde barındırır. Petrol ve Doğalgaz rezervlerini kontrol etmek için, dini enerji/iman, etnik asabiyet, Araplara, İran’a ve Türkiye’ye karşı kullanılmaktadır. Kürtler de, ikinci bir aparat olarak kullanılmaya başlandı. Bu genel tespitten sonra, bu örgütlerin dinsel bağlamını analize geçelim.

1-TALİBAN

Taliban, Pakistan’ın “Hint Atmosferli” Sünnî-şeriatçı toprağında büyümüş ve Sovyetler Birliğinin işgaline karşı “Cihat” etmiş ve onları yıllar sonra hezimete uğratıp, çekilmek zorunda bırakmıştır. Bu başarıda ABD’nin, Rusya’nın burnunu sürtmek için Taliban’a verdiği desteği de unutmamak lazım. Afganistan’ı daha sonra ABD işgal etmiş; aynı akıbete kendisi de sürüklenmiştir. Bu başarılarda Taliban’daki İslam’dan gelen özgürlük, onur ve şehadet motivasyonlarını teslim etmek gerekir. Taliban’ın, bunun dışında üç bileşeni daha vardır. Birincisi, coğrafyanın dağlık olmasının doğurduğu sertlik; ikincisi, yoksulluğun doğurduğu sertlik. Üçüncüsü ise, düşünce yerine taklit/kesin-kör inancın samimiyetle birleşmesinden doğan dinsel coşku. Bu üçüncüsü, hepsinden önemlidir. Seküler bir devlet, eğer demokrasi ve hukuk ile dolayımlanmamış ise; diktatörlük ve işkence doğurur. Ancak, kesin inanç, cehalet ve samimiyetle donanmış bir “dinsel” örgüt veya devlet, Tanrı veya din/şeriat adına idam ve istibdat üretir. Cehaletin, samimiyet ile birleşmesi, hainlikten bin beter sonuçlar üretebilir. Hristiyanlık tarihinde Kilise, İslam tarihinde Hariciler, Yahudi tarihinde Siyonizm, bunun örnekleridir. Yakın Türkiye tarihinde oluşan “FETÖ” olayı, bunun başka bir örneğidir. Bütün ısrarlı analizlerime rağmen; olay, örgütün İslam başta olmak üzere, millete, devlete karşı “hainlik” e bağlandı. Oysa kendi samimi zanlarına göre, -ABD ile işbirliği içinde-“Allah Rızası” için, “Hainlik” ettikleri, Ak partisi ve Sayın R. T. Erdoğan idi. Samimiyetin (niyet), ahlak/din için “gerekli” şart; fakat yeterli olmadığı, bir türlü anlaşılamamaktadır. “Yeterli” şart, bilgi ve sonuçlardır: “İnneme’l umuru/amalu bilhavatım (İşler, sonuca göredir)” (Buhari).

2-İŞİD

İŞİD’e gelince, Bu örgüt, Taliban‘a benzer şekilde –“El-Kaide”den evrilme- Saddam diktatörlüğü döneminde işkenceye, baskıya, zulme maruz kalmış Sünni halkın hınç duygularının/içerlemenin/uçuklamanın, -büyük ölçüde- ABD ve İsrail istihbaratları tarafından manipüle edilerek Irakta Şii-Kürt hegemonyaya; Suriye’de Esad diktatörlüğüne karşı harekete geçirilmesiydi. Bu örgütlenmenin de iki farklı bileşeni daha vardı. Birincisi, Avrupa’daki yabancı-İslam düşmanlığının ve Türki cumhuriyetlerdeki şeriat özlemcisi gençlerde doğurduğu hınç ve militanlara vadedilen para (Dolar) ve cariye idi. İşlevi bittikten sonra imha edildi.

3-HTŞ

HTŞ’ye gelince, İŞİD’den evrilme çeşitli örgütlerin oluşturduğu bir koalisyondur. İdlip ve Halep’i ele geçirmişlerdi. Rusya’nın desteği ile Esat, bunları Halep’ten çıkardı. İdlip’de üstlendiler ve orada kendilerince “İslami/Şerî” bir yönetim oluşturdular. Başta İsrail’in Esad’ı destekleyen İran ve Hizbullah’ın Suriye’deki kollarını kırması ve ABD’nin de Ukrayna’da -Esad’ı destekleyen- Rusya’nın kollarını kırması, Esad’ı “dayanaksız” bıraktı ve HTŞ, Suriye’nin Esat egemenliği altındaki bölgeyi kolayca/elini-kolunu sallayarak ele geçirdi. Bu başarıya –daha doğrusu boşluk doldurmaya- bir “Devrim” demek, ne kadar doğru, tartışılabilir. İsrail’in, Suriye’nin mevcut askeri ve ekonomik gücünü imha ettikten sonra bile olsa, HTŞ’nin yönetimi devralması, hayırlara vesile olabilir. Esat’ın, Sünni halka yaptığı işkence ve zulümlerin sona erdirilmesi, hayırdır. Şii İran’ın, bu kadar zalim ve işkenceci bir adama bu kadar süre ile destek vermesi akıl, izan, insaf, vicdan, din, iman, İslam ile izah edilecek bir şey değildir. İran’ı mağlubiyeti, İsrail’in teknik/silah üstünlüğüne bağlı olduğu gibi; mazlumların ahı da tutmuş olabilir.

Her üç örgütün mücahit/militan figürü “Kara/Kaba Sakallı”lıktır. Gür, kara/kaba-ak, uzun sakalın birbirinden farklı metaforik olmak üzere üç fenomenolojisi vardır: 1- Bilimsel-Felsefi merakın doğurduğu kendini kaybetme/esrime (Marx-Engels,Darvin…). 2- Bilgelik (“Aksakallı”). 3- Dinsel kesinlik (şeriat) kasvet/kabalık/karanlık, karizma. Bu örgütlerde “sakal” şehadet ile birlikte şeriatı simgeler. Her üç örgütün de doğduğu coğrafyalara baktığımız da, “cihat” ettikleri karşıt güç ABD, Rusya, İsrail, Esat, Saddam… gibi zalim odaklardır. Özgürlük ve onur için savaşmışlardır. Sonrasında kurdukları yönetim ise, “Dogmatik Şeriat”tır. Yönetimleri dinsel/teokratik olduğu için yaptıklarını – buna idam ve istibdat da dâhildir- , kendi adlarına değil; Allah, Şeriat, İslam adına yapmaktadırlar. İslam tarihinde “Hariciler” ve Hristiyanlık tarihinde “Kilise” de, yaptıklarını, -büyük ölçüde- “Allah Rızası” için yapmışlardı. Bu dönüşümün, bölge halklarına, barış, huzur ve güven mi; yoksa ABD; İngiltere ve İsrail’e bölgeyi kolayca kontrol imkânı mı sağladığı meşkûktür.

HTŞ, Suriye’de Taliban ve İŞİD’in yaptığı gibi bir yönetim kurarsa, tâ başta, Haricilerin yaptığı gibi, yönetmenin ölçüsünü sübjektif bir “yorum (“La hükme illalillah”)” olacak yani “takva-tekfir” üzerine kurmuş olacak. Hz. Ali, Hariciler’in slogan haline getirdikleri bu ayet parçası/bölümü/ifadesi için: “Kavlun sahih; yuradu biha el-Batıl=”Söz” doğru; fakat “yorum” yanlış.” demişti. Bunun da, -kendiliğinden- “Devlet” denen aygıtın, mümin/mücahit/militan dolayımı ile bir şiddet makinasına/sarmalına döneceği, açıktır. Oysa Suriye-Irak coğrafyası, binlerce yıldan beri yüzlerce etnik ve dinsel gurupların beraberce yaşadığı bir yerdir. İslam imparatorlukları, bu halkları, barış içinde yönetebilmişlerdir.

Modern Devlette politik alanda dinsel kavram, kurum ve değerlere aleni atıf yapmanın doğuracağı üç handikaptan kaçınılamaz: 1- Dogmatizm/kesinlik duygusu. Zira konuşan ve karar veren, kendisi değil; Allah, İslam ve Şeriattır. 2-Totaliterlik/Şiddet. Devleti deruhte edenler, bunu, kendi hevaları(!)na göre değil, Allah, Şeriat ve İslam adına yaptıklarını söylemektedirler. Hakikati “temsil” ettiğine inan “Mücahit”, hep iktidarda kalmak için, ötekileri aşağılar ve onları ezmeye çalışır. 3- Din İstismarı. Muaviye’nin, Hz. Ali ile yaptığı savaşta: “Aramızda Kur’an hakem olsun” deyip, askerlerinin süngülerinin başına Kur’an yaprakları taktırmasında olduğu gibi. İstismar kaçınılmazdır; zira biz insanların kalbini yarıp bakamayız.

4-SONUÇ

Kur’an, siyasette emaneti ehline vermeyi, adaleti ve şurayı emreder. Şeriatın maksatları da (Makâsidu’ş-Şeria): Malın, canın, ırzın/onurun, dinin/din hürriyetinin ve aklın/düşünme hürriyetinin korunmasıdır. Dinde zorlama yoktur. Kimse kimseyi tekfir etmeyecek. Yönetim, iman-küfür üzerine değil; adalet-zulüm çelişkisi üzerine kurulur. Ben, buna “Rahmani Siyaset” ve “Dinamik Şeriat” diyorum. Uygulaması da şöyle: İslam davasını içselleştirmiş mümin, bana: Allah, Ayet, Kur’an, İslam ve şeriat kavramları ile değil; yani “Din dili” kullanarak değil; Allah’ın ve Peygamberinin yaptığı gibi maslahata dayalı, makul (kalb-i selim) ahlaki gerekçeli bir dil kullanacak. Her şey içtihat (şura) ve icma (oydaşma) ile karara bağlanacak kurallar (hukuk) ile yürütülecek. Her konuda eleştiri (muhalefet), itiraz serbesttir. Kamu alanında şiddeti, ancak yasalarla kendine yetki verilmiş devlet kurumları, -kurallara bağlı olarak- uygular. Bu bağlamda, Batının geliştirdiği “Hukuk Devleti”, “Kuvvetler Ayrılığı”, “Anayasa”, “Demokrasi” ve “Laiklik” ile benim “Rahmani Siyaset” ve “Dinamik Şeriat” kavramlarının bir çelişkisi yoktur. Çelişki, Dünya Görüşünden, Metafizik Çanaktan, Dava/İdeolojiden (içerikten) kaynaklanır. Gavur’un yaptığı alet kullanılır. Bahsettiğim kavram ve kurumlar “prosedürel” süreçlerdir.

Türkiye’nin İslam dünyasına yapacağı iyilik, bahsettiğin “Rahmani Siyaset” ve “Dinamik Şeriat”ı önce kendisi uygulayıp; daha sonra da, bunu, kardeşlerine tavsiye etmektir. Aksi takdirde, İslam dünyası samimiyetten doğan şiddet-tekfir (dehşet) sarmalından kurtulamayız.

Türkiye’nin Mevcut Gerilimleri/Tansiyonları

Osmanlı imparatorluğunun yıkılması ve Türkiye Cumhuriyetinin çağdaş bir “Ulus Devlet” olarak kurulması, bünyesinde üç genetik tansiyonla mümkün olmuştur. Bu tansiyonlar: 1- Laik/Seküler-Dindar/Muhafazakârlık, 2- Türk-Kürt, 3- Sünni-Alevi farklılaşmalarıdır. Medeni bir toplum oluşturmak için, bugün bu ayrışmalardan birine “taraf” olmak değil; bunların üzerinde bir zekâya ve ahlaki cürete sahip olmak gerekir. Şimdi bu tansiyonları tek tek analiz edelim.

1-SEKÜLER-MUHAFAZAKÂR GERİLİMİ/TANSİYONU

Bu gerilim/tansiyon, insani var-kalma/hayata tutunma (Conatus essendi-Spinoza) motivasyonu ile köklere tutunma/kimlik motivasyonunun doğurduğu bir çelişkidir. Osmanlı siyasal-kültürel bedeninin, kendine karşı Batıda gelişen meydan okumalara zamanında mukabelede bulunamamasının doğurduğu anakronizm/tarih yapamama, kendi modernitesini (tecdit) yaratamamanın doğurduğu bir sorundur. Çöküş sürecinin, bıçağın kemiğe dayanmasının doğurduğu bir sonuç/semptomdur. “Tanzimat” ve “Meşrutiyet” çabaları ile devlet-toplum kurtarılmaya çalışılmış; fakat başarılı olunamamıştır. O dönemde oluşan “Üç Tarz-ı Siyaset (Batıcılık-Türkçülük-İslamcılık/Osmanlıcılık)”ten yapılan Batıcı-Türkçü sentez, siyasal ve kültürel bir “Devrim” yaparak Türkiye Cumhuriyetini kurmuştur. Eski rejimin kavramsal ve kurumsal yapıları olan Hilafet/Saltanat, Şeriat ve Tarikat ilga edilmiş ve yerine Batı standartlarında modern-seküler bir devlet kurulmuştur. Eski rejimin savunucuları ve temsilcileri yurt dışına sürülmüş ve toplum kesimleri ise, küserek içine kapanmış, içerlemiş ve uçuklamıştır. Yeni rejim taraftarları, yapılanların “kaçınılmaz” olduğunu savunurken; eski rejim taraftarları, buna ikna olmamışlardır. Genellikle “Türk” kökenliler, yeni rejime sahip çıkarken, gayrı-Türk kökenliler, “İslam/Ümmet” dolayımı ile karşı çıkmışlardır.

Temel sorun, “kaçınılmaz” olduğuna inanılan veya inanılmayan bu “travmayı/devrimi” sonrasında, makul bir zamanda rehabilite edecek politik-ahlaki entelektüel bir yeteneğin/yeterliliğin/kabiliyetin ortaya konamamış olmasıdır. Aradan yüz yıl geçmiş olmasına rağmen, olduğu gibi devam ediyor olmasıdır. Tarafların, var-kalmanın/hayata tutunmanın ve köklere bağlı kalarak yenilenmenin “tabiiliğini” anlayamamış olmalarıdır. Tarafların dogmatik kalarak hâlâ uçlarda geziniyor olmalarıdır. Kurtuluş savaşının mümtaz önderlerinden biri ve devrimlerin bânisi olan M. Kemal’in “kahramanlığı”nın teslimi ve yaptıklarının doğrusu-yanlışı ile ele alınıp yerli yerine oturtulamamasıdır. O, bir “insan” olmaktan çıkarılarak, adeta bir tapınım nesnesine (Tanrı-Deccal) dönüştürülmüştür. Bu durum, Türkiye halkının düşünce fakiri oluşunun bir göstergesidir. Ne var ki, -yeterli olmamasına rağmen- son dönemlerde bazı “normalleşme” adımları da atılmaktadır.

Rahmetli İlahiyatçı Profesör Hüseyin Atay ve Y. N. Öztürk, Sünni Şeriatçı-Sufiliği içten sert bir eleştiriye tabi tutarak M. Kemal’i, Cumhuriyeti ve Laikliği yeniden yorumladı. CHP’nin genel başkanlığını yapmış sayın Kemal Kılıçtaroğlu, muhafazakâr kesimle “Helalleşme” den bahsetti. Şimdilerde gösterimde olan “Kızıl Goncalar” adlı dizi filmi, bu kronik sorunun çözümlemesi yönünde atılmış bir adımdır. Dizinin kahramanlarından emekli profesör Suavi ve doktor Levent, laikçi-çağdaş kesimin dini maneviyatla ilişki kurmasını; Şeriatçı-Halidi-Nakşi Tarikattan kaçan Meryem, kızı Zeynep ve mürşidin oğlu Hoca Sadi Hüdai, çağdaş-laik devlet yapısı ile barışmayı; Mürşidin torunu Cüneyt, katı mistik-tarikat yapısının doğurduğu “hastalığı”; Babasını (mürşidi) öldürterek posta geçen Vahit katı-şeriatçı, pragmatik, Makyavalist, mafyatik bir kişiliği; Naim ve “La-edri” gurubu ise, cahil-samimi mürit takımını temsil ediyor. Son yirmi yılda Tarikat-Cemaat ve Siyasetin ortaya koyduğu dinsel performans, muhafazakâr kesimde M. Kemal ve Laikliğin yeniden yeni bir biçimde keşfini tetiklemiştir.

2- TÜRK-KÜRT GERİLİMİ/TANSİYONU

Cumhuriyet, “Çağın Ruhu (Zeit-Geist)”na uygun olarak bir “Ulus” yaratma projesidir. Anadolu’da yaşayan Yahudi-Rum-Ermeni-Arap azınlıklar ve Kafkaslardan-Balkanlardan Anadolu’ya sığınan etnik azınlıklar, bu projeye ses çıkarmadılar. “Türk”lüğü ve Türkçeyi kabullendiler. Ancak, Anadolu’nun yerlisi ve diğerlerine nispetle demografisi fazla olan Kürtlerin büyük bir bölümü, yeni duruma razı olmadılar. Türkler ile “Sünnilik” ortak paydasına rağmen, bu rahatsızlığın arkasında, diğer alanlarda eşit vatandaşlık haklarına rağmen, 1- Dillerinin yasaklanması, 2- Birinci Dünya savaşı akabinde Irak-Suriye-İran ve Türkiye sınırları içinde kalan Kürtlerin, -doğal bir motivasyon ile-, buralardan ayrılarak kendilerine bir ulus devlet kurmak arzusu, 3- Süper güçlerin, -kendi çıkarları doğrultusunda- Kürtlerin yaşadığı devletleri istikrarsızlaştırma ve parçalama politikaları vardır. Bölgesel oluşumların geliştiği, küreselleşme ile “Ulus Devlet”lerin ve sınırların eski işlevselliklerinin kalmadığı bir dönemde “Ulus Devlet”, biraz geç kalmış bir taleptir. Ancak, “böl-parçala-yut” taktiğini güden emperyalistlerin işine gelmektedir (Irak-Suriye-Yemen-Libya-Sudan…).

Son otuz-kırk yılda bölgenin ekonomik kalkındırılması başta olmak üzere, Kürtçenin kullanılması doğrultusunda da önemli adımlar atılmıştır (“Çözüm Süreçleri”). Kürtlerin, yoğun yaşadıkları Güney-Doğu Anadolu dışına göçleri ve diğer etnik kökenlilerle evlilikleri (“Kız almışız, kız vermişiz; kirveyiz biz”-Ahmet Arif) “Bölünme”yi fiilen imkânsız kılmıştır. Doğum-Ölüm ve Evlilik törenleri aynı olan halklar, aynı kültürel “Ruh”a sahip oldukları için, “Bölünme” talebi, ancak “İhanet” olarak nitelenebilir. Sorunun çözümü, “Anadilde Eğitim” talebinde düğümlenir. Kürtlerin onur duygularını tatmin için, -birlikte yaşamak kaydıyla- ara bir çözüm bulunabilir. PKK’nın talep ettiği “Özerklik” ve “Konfederasyon” talepleri, ileride bölünmeye yönelik taktik hedeflerdir.

3- SÜNNİ-ALEVİ GERİLİMİ/TANSİYONU

Alevilik, Türklerin, “Araplık”tan kaçarken, Kureyş’in Ali’(ra)sine tutulmaları saflığıdır, düşünce kısırlığıdır. Arapların erken tarihindeki politik bir iç kavgaya Arap olmayan halkların karışması, “taraf” olması, işgüzarlık ve saflıktır. Başka bir toplumun tarihinde gerçekleşse de, politik-dinsel bir kavgada mazlumdan/hakkaniyetten yana olmak, övünülecek bir husustur. Ancak, bundan kişi ve ölüm kültüne bağlı dinsel bir inanç çıkarmak, mitik bir tutumdur. ”Sünnilik” de, -bir yönü ile teolojik olsa da- asli yönü ile yine bu iç-savaşla ilgili “politik” bir oluşumdur. İranlılar, Hüseyin üzerinden Ali (ra) soyu ile kurdukları akrabalık ve kendi milli onurlarını korumak için “Şiiliği (Aleviliği)” bir çözüm yolu olarak buldular. Türkler de, Araplıktan (Sünnilik/Şeriat) kaçmak için “Tasavvuf-Tarikat”ı benimsediler (“Şeriat, bu kuluna kaba geldi; ya resulullah”-Neyzen Tevfik). Bir Türk yazarının dediği gibi: “Arab’ın “Kelâm”ı varsa; Türk’ün’de “Tasavvuf”u vardır.”. Alevi-Sünni münafereti, Osmanlı Devletini baştan sona kadar kesmiş ve uğraştırmıştır. Bu sorun, Cumhuriyet’e Osmanlıdan kalmıştır. Diyanet teşkilatı kurulurken Sünni paradigma üzerine kurulmuş ve bu kurumda Alevilere yer verilmemiştir. Onlar da doğal olarak kendilerini “ikinci sınıf” olarak algılamışlardır. Ak Parti iktidarları döneminde “Alevi Çalıştayları” yapılmış olmasına rağmen, Alevi vatandaşlarımızı tatmin edecek (Cem Evlerinin ibadet mekânı sayılması) bir çözüme yanaşılmamıştır. Alevilik de Sünnilik de tarihsel, dogmatik, anakronik dinsel (kavramsal-kurumsal) yapılardır. Bu münaferet/tansiyon, yabancı istihbarat örgütleri tarafından kaşınarak zaman zaman iç çatışmalara vesile yapılmıştır (Çorum-Kahraman Maraş-Sivas Olayları). Türkiye’de yüzden fazla İlahiyat Fakültesi bulunmasına rağmen, Türkiye toplumunun maneviyat/din-ahlak/vicdan ihtiyacını karşılayacak bir din/İslam yorumu/tecdit/update geliştirilememektedir. Hepsi de Arkeolojik kazı yaparak, söylenenleri tekrar ederek, estetize ederek bir iş (ilim/bilim) yaptıklarını sanmaktadırlar. Rahmetli iktisat tarihçisi Sabri Ülgener ve Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak’ın, Türklerin “Dinsel Aklı” üzerine yaptıkları tasviri-eleştirel çalışmaları dışarda tutuyorum.

SONUÇ

Başta söylediğimi tekrar edeceğim: Medeni bir toplum oluşturmanın yolu, maziye/tarihe takılarak antagonizmaları, münaferetleri, tansiyonları, taraf olmaları ila nihayet sürdürmek değil; bunları aşma zekâsını ve olgunluğunu ortaya koymaktır. Kabile asabiyetini, kan davasını, rövanş duygusunu sürdürmek, marifet değildir; karşı mahalleye el uzatabilmek, empati kurmak; yok olmamak-var kalmak için atılan adımlar ile köklere-kimliğe bağlı kalma ihtiyaçlarını birlikte düşünebilmektir. Devrimlerin saikini anlamaya çalışırken, mevcut dinsel kurumların ve kavramların (Şeriat-Hilafet-Tarikat) hayattan-gerçeklikten/dünyadan (seculum/seküler) nasıl kopup kabuk haline geldiğini anlamaktır. Merhum Mehmet Akif, “Safahat” da bunu anlatır. Halkın bin yıldan beri kimliğinin ontolojik kurucu unsurunu oluşturan dinsel sembolik kapitallerini (Kur’an okumak, ezan okumak, Hacca gitmek, örtünmek…) kısıtlamanın yarattığı içerlemeyi-uçuklamayı anlamaktır. Bir “Hukuk Devleti” oluşturmak ile “Makasidu’ş-Şeria=Malın, Canın, Onurun (Irz-namus), Aklın (düşünme hürriyeti) ve Dinin (din hürriyeti)”nın, “Dinamik Şeriat(İG)”ın aynı olduğunu kavramaktır. Tarihsel bir kahramanı putlaştırmanın veya onu lanetlemenin ötesinde; adam gibi hakkını teslim edebilmektir, hak ettiği yere koyabilmektir. “Yiğidi öldürüp, hakkını vermek”tir. Etnik-dilsel ve dini-mezhebi kökenleri farklı insanların birlikte yaşamak zorunda oldukları yeri(Türkiye) yurt-yuva/ev ve vatan olarak göremiyorlarsa; Dingon’un ahırı, yolgeçen hanı, hamam, otel olarak olarak değil; hiç olmazsa, okyanustaki “Gemi” olarak görmek zorundadırlar. Hainliğin ve korsanlığın alemi yok.