Hayvanlar ve Şeytanlar Dinleyemez

Sözü dinleyip de, onun en güzeline uyanlar varya; işte onlar, Allah’ın hidayete erdirdiği kimselerdir ve İşte onlar, vicdani özü olanlardır.(39/18)

İnsanda iki kulak ve bir ağzın olması, dinlemenin konuşmadan önceliğini ve iki dinleyip, bir konuşmayı ima eder (Anam, öyle derdi). “Söz, gümüş ise; sükut (dinleme), altındır.” sözü de, aynı gerçeğe işaret eder. İnsan –ve de Müslüman- olmanın ön koşulu, dinlemektir. Erdem olan dinleme, duymak istediğini dinlemek değildir; duymak istemediğini, dinleyebilmektir. Çünkü duymak istediğin şey ön-yargılarını, çıkarını, ezberini, alışkanlığını, konforunu, arzularını pekiştiren şeydir. Duymak istemediğin şey ise,- genellikle vicdanın sesi olarak- bunlara karşı olan şeydir. Karşıdakini/muhatabını dinleyebilmek, en temel erdemlerden biridir. Dinlemeden, sürekli dırdır etmek, gevezelik yapmak, marifet değildir.

Varlığı-oluşu, olup-biteni, olayları-olguları, insanlık durumlarını gözleyerek, düşünerek anlamak, idrâk etmek, ibret almak, birinci vazifemiz ise; insanları, muhataplarımızı, etrafımızdakileri dinleyerek anlamak, ikinci ahlaki vazifemizdir. Atalarımız ne güzel demiş: Dinleyene, sivrisinek saz; dinlemeyene, davul-zurna bile azdır.”
Türkiye toplumu, son yıllarda giderek dinleme kapasitesini kaybetmiş; “Körler, sağırlar; birbirini ağırlar” deyiminin ima ettiği gibi, duymak istediğini dinleyen “Yankı odaları” oluşmuş; iletişim ortamı “Yer, demir; gök, bakır” dönüşmüştür. Başat aktivite haline gelen Siyaset konuşmanın, dırdırın, gevezeliğin sembolü haline gelirken; dinlemenin toplumsal formasyonları olan ahlak, hukuk ve adab-ı muaşeret alabildiğine gerilemiştir. Kartlaşmış seküler-muhafazakâr ideolojik kesimler ve ideologları, mezhepler-tarikatlar-cemaatler, ekonomik sınıfların birbirini dinlemeye, hatta görmeye büyük oranda tahammülleri yoktur. Ülkemiz söz dinlemeyen, burnunun doğrultusunda giden, burnu havada, bilmediğini bilmeyen (cehl-i mürekkeb), bildiğini sanan boru-düdük insanlarla dolu.

Çağımızın en büyük afetlerinden biri de “Gözün Egemenliği” dir. İnsanların kalbi ve kulağı değerden düşürülerek salt “Gözde” ve “Göz-önünde” olmaya teşvik edilmektedirler. İnternet, telefon ve sosyal medya aracılığı ile her şey göze sokularak, şeffaflaştırılarak ayan-beyan ortaya dökülmüştür. Teşhircilik, birinci doğamız haline gelmiştir. Mahremiyetin kıymeti kalmadığı gibi; dinleme ve düşünme de, alabildiğine gerilemiştir.
Dinleyememenin, iki temel nedeni vardır: Birincisi, içgüdü-cehalet yani hayvanlık eğilimi; İkincisi ise, istiğna/istikbâr/narsizm yani şeytanlık eğilimi. Kur’an’da “hayvanlaşma” ve “şeytanlaşma”, insanların ahlaki tutum, tavır ve davranış tarzları olarak eleştirilir (7/179,25/44, 6/112,2/14…).

Kur’an, dinlemeye haddinden fazla önem verir. Ahirette cehennemlikler, şöyle derler: “Şayet dinleseydik ve düşünseydik(akletseydik), cehennem ehli olmayacaktık.”(67/10). Allah, müminleri nitelerken: “Onlar, sözü dinleyip en güzeline uyarlar.”(39/18) der. Yine müminlere hitaben şöyle der: “Kur’an okunduğunda, kulak verin ve onu dinleyin ki, merhamet olunasınız.”(7/204). Dinleyemeyenler, kabirdeki ölülere benzetilmiştir: “Sen, kabirde olan ölülere dinletemezsin.”(35/22). Allah, muhatap aldığı toplumu ve her bir bireyi dinlemiştir: “Allah, kocası hakkında seninle tartışan ve kocasını Allah’a şikayet eden kadının sözünü işitmiştir. Allah, sizin tartışmanızı dinliyordu.”(58/1). Kıssaların Kur’an’da anlatılma gerekçesi: “ …uyanık ve duyarlı kulaklar, ondan ibret alsınlar” diyedir (69/12). Allah, 610-632 tarihleri arasında Arap toplumunu dinleyerek (Kalellezine keferu=Kafirler dediler ki… Yekulu’l- münafikun= Münafıklar diyorlar ki…, Kaleti’l-A’rabu=Bedeviler dediler ki…. ) onların sorunlarını çözmeye çalışmıştır. Allah, mutlak kudret sahibi olduğu halde; yaratmış olduğu kullarını anlayıp dinlemeye çalışırken; şeytanlaşmış veya hayvanlaşmış insanlar, bunu yapmıyorlar.
İlk Felsefenin Ontoloji değil, Ahlak felsefesi olması gerektiğini söyleyen ahlak filozofu Emmanuel Levinas’da, “Başkası/Öteki” ni (görme ve dinleme yolu ile) dikkate almanın, “Ben”i kurmanın ve ahlakın özü/temeli olması gerektiğini söyler:” Etik öznellik, ontolojinin (aynının) her şeyi kendine indirgeyen idealleştirici egoizminden kurtulur. Etik “Ben”, tam da “Başkası” önünde diz çöktüğü; kendi özgürlüğünü, Başkasının daha önde gelen çağrısına feda ettiği ölçüde özne (Ben) dir. Bence öznenin özgürlüğü, en yüksek veya ilksel değer değildir. Bizim, beşeri “Başka”ya veya mutlak “Başka” olan Tanrı’ya cevabımızın özgeliği/yad-erkliği, kişisel özgürlüğümüzün özerkliğinden önce gelir. Sorumlu olanın “Ben” olduğunu teslim eder etmez, özgürlüğümün, başkasına karşı bir yükümlülük tarafından öncelendiğini kabul ederim.”(E.Levinas, Sonsuz Tanıklık. Çev:Z.Direk. İst. 2003.s 276.)
Hasılı, hayvansı veya şeytansı bir iğva olan gevezeliği, dırdırı azaltıp, ötekine yaklaşmak, kulak asmak, kulak vermek, kulak kesilmek, -Koyunun, kaval dinlediği gibi değil-; can kulağı ile dinlemek zorundayız. İnsan olmak, böyle bir şeydir.

‘Otoriteyi Tanrılaştırmak’

Mülkiyet ve otorite arasındaki bağ, kesinlikle çok açıktır. İnsan, malik olduğu kadar kuvvet elde eder. Otoritesi arttıkça, kuvveti de artar. Otoritesi azalırsa, kuvveti de azalır. Kuvvet, otoritenin ve iktidarın bir ifadesi iken; durum ne olursa olsun, otorite ve iktidar yönetim için zorunludur. Ne var ki insan, kendisi dışındaki bir varlığın otorite ve iktidarına –bu, Tanrı’nın otoritesi bile olsa- kafa tutmaya başladığında, bu talebi ve arayışı şiddetlenir ve öyle bir düzeye ulaşır ki, cesur bir şekilde daha ileriye atılarak sınırları zorlar. Artık “vasıta” arayışından “gaye” arayışına evrilir. Bu ise, otorite ve iktidarın insanın yönetimi vasıta olarak aradığı bir şey olmaktan çıkar, bizatihi gaye olarak peşine düştüğü bir şeye dönüştürür. … Buna bağlı olarak yönetimde ve siyasi strateji çerçevesinde Tanrı’ya kafa tutma, giderek iktidar ve otorit6e alanında Tanrı’ya kafa tutmaya evrilir. Artık bu durumda iktidar sevgisi, insanın kalbini tamamen kaplar ve bu sevgi onun batınına yani iç dünyasına tamamen yerleşir. Artık insan, Tanrı’ya taptığı gibi iktidara tapmaya başlar. Bunun en iyi göstergelerinden biri, muktedirlerin, (çeşitli teknik, vitamin ve ilaçlarla-İG) ölümü alt etmeye çalışmalarıdır. İktidar, onun peşine düşenin kalbinde muhteşem bir olgu olarak Tanrı gibi tapınılan bir şeye dönüştüğünde seküler ahlak yanlılarının, (ve de Tanrı-Din adına yönettiğini iddia edenlerin-İG)otorite ve iktidar arayışına olan çağrısının, Tanrı’nın otoritesine ve iktidarına başkaldırı ve kafa tutma olarak ortaya çıktığı söylenmelidir…. Özetle, laik ahlak, insanı, buyruk ve otorite sahibi Tanrı’ya “kul” olmaktan uzaklaştırır uzaklaştırmaz, onu kendi iradesine göre karar veren kahredici (Kahhar) egemen bir yeni iktidarı tanrılaştırma tuzağına çoktan iter.”(Taha Abdurrahman, Seküler Ahlakın Sefaleti. Çev: Soner Gündüzöz. İst.2023. s 134-137

“(Karizmacı/Saltanatçı/Siyasal İslamcılardan ayrı olarak) “Arınmaya yönelmiş dindarlar”, insanların kamu yararına uymak, topluma hizmet etmek, vatani görevlerini yerine getirmek, toplumu yeniden inşa etmek, tarihe mal olmak, değişim vasıtalarını harekete geçirmek,, tarih yapmak ve insanlığın tecrübelerini harekete geçirmek…gibi cafcaflı sözler ile içlerinde sakladıkları iktidar sevgisinin, onların kalplerini bütünü ile ele geçirdiğini fark etmişlerdir. Bu gerçek niyeti kamufle eden kurnazlığın en iyi kanıtı, yönetim sorumluluğunu üstlenmeye talip kişilerin, çok geçmeden başkalarının gözünün yaşına bakmadan, onlara parmak sallaması ve sonu gelmeyen türlü çekişmelere girmeleridir. İktidar hırsı içinde yanıp tutuşan muktedirleri bütün bunlara yönelten şey, nefislerine çöreklenen ve herşeyi ele geçirmeye çalışan egemenlik şehvetidir. Elbette onlar, bu egemenlik şehvetinin, bütün davranışlarını içine alacak şekilde her şeyi kontrolü altına aldığının farkında bile değillerdir. Hatta onlar, bu gerçeği bazen tamamen inkâr edebilirler. Bu konudaki durumları, ağır hastanın, tedaviye karşı çıkmasına benzemektedir. Aslına bakılırsa, bu tür bir sorumluluğun, görevleri yerine getirmeye yönelik bir yarıştan çok, iktidarı ele geçirmeye yönelik bir tutum olduğunu, aklı başında hiç kimse inkâr edemez. Bundan dolayı, arınmaya gönül verenler, sorumluluk kılıfı altında iktidarı ele geçirmeye yönelik bu vahim başkaldırıya karşı şiddetli bir nefret beslerler. Buna mukabil onlar, meşakkatli olduğundan, maslahat ve menfaatlere ulaşmaya imkân vermediğinden ya da gözle görülür riskleri nedeniyle, çok fazla itibar edilmeyen sorumlulukları alma konusunda yarış halindedirler. İktidarı ele geçirmeye yönelten motivasyon, aslında gizli bir patolojik durumdur. Kişinin başkası üzerine tasallut kurmadan önce, anasından emdiğini burnundan getiren bu amansız hastalıktan kurtulması gerekmez mi?”(T.Abdurrahman, a. g.e. s269-27o)

*- Bu yazı, yakınlarda Türkiye’yi ziyaret edip seri konferanslar veren ve Faslı düşünür -ahlak ile din ve ahlak ile siyaset arasında ayrım yapmayı kategorik olarak reddeden- Taha Abdurrahman’ın “Seküler Ahlakın Sefaleti” adlı kitabından iktibas edilmiştir.

Artan ‘Facia/felaket’ler ve Yönetim ‘zaafı’

Facia” ve “Felaket” kavramları, Faillerini gizleyip “Fail-i Meçhul” e dönüştüren, sorumluluktan kaçmayı doğuran maske kavramlardır. Son yıllarda Türkiye’de artan felaket ve facialarda da durum böyledir. Örneğin: 13 Mayıs 2014’te meydana gelen Soma Maden ocağı faciasında 301 kişi, 8 Temmuz 2018 Çorlu tren kazası faciasında 25 kişi, 2019-2024 arasında faaliyet gösteren “Yeni Doğanlar Çetesi” faciasında en az 10 çocuk, 21 Ocak 2025 Kartalkaya Otel yangını faciasında 78 kişi öldü. 7 Temmuz 2025 mağara metan gazı faciasında 12 Askerimiz şehit oldu. Bu felaket ve facialara ek olarak, son yıllardaki orman yangınları felaketlerine ve 7 Şubat Kahramanmaraş depreminde bina denetimsizlikleri ve kurtarma faaliyetlerine anında etkin müdahale edilememesi sonucu ölü sayısının artması….

Bu felaket ve facialarda yönetim zaafı iki şekilde ortaya çıkmaktadır.

  1. Görevlilerdeki ehliyet/liyakat eksikliği;
  2. Faillerin ortaya çıkarılması ve etkin olarak cezalandırılmasındaki eksiklik.

Facia ve felaketlerde sorumluluk, genellikle “müşterek ve müteselsil”dir. Ciddi bir tahkikat yapılamadığı sürece tüm sorumlular hakkıyla ortaya çıkarılamaz. Bir veya iki tane “Günah Keçisi” bulunup sorumluluk onların üzerine atılır. Facia ve felaketlerden sonra yetkililer medyaya çıkıp: “Ucu kime dokunursa dokunsun, sorumlular bulunacaktır.” veya “Kimsenin gözünün yaşına bakılmayacak” yollu beyanatlar verir. Ama, kazın ayağı öyle değildir. İşleyen ilkeler: “Kol kırılır, yen içinde kalır.” veya “Kan kusup, kızılcık şerbeti içtim” denilir. Amaç, “zülf-i yâre dokunmamak”tır. Çünkü söylediklerini yaptıkları takdirde, oy kaybedeceklerini düşünüyorlar.

Oysa Kur’an, bu konularda gayet açık ilkeler koymuştur. İş/sorumluluk vermede asıl olan ehliyettir: “Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor.” (4/58). “Ey iman edenler, kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınız aleyhine dahi olsa, Allah için şahitlik yaparak adaleti ayakta tutan kimseler olun. Davalılar, zengin veya fakir de olsa, tarafgirlik yapmayın; çünkü Allah, onlara sizden daha yakındır. Dolayısıyla, adaleti yerine getirmede arzularınıza uymayın; eğer gerçeği çarpıtırsanız veya adaleti yerine getirmeden cayarsanız, Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (4/135). Dikkat edilirse, bu mevzularda “Biz ve “Öteki” ayrımı ehliyet ve adalet üzerinden kurulmaktadır; inanç, akraba, zengin-fakirlik üzerinden değil.

Türkiye’de siyaset kimlik üzerinden yapıldığı için, “Biz” ve “Öteki”yi büyük ölçüde etnik köken, inanç-mezhep ve dogmatik ideoloji (çağdaş-dindar) belirliyor. İktidarda da muhalefette de “Kimlik Siyaseti” işliyor. Bu durumda “Ehliyet ve Adalet” neredeyse sıfıra müncer oluyor.
Facia ve felaket anında iş başında olanlar:

  1. Ehliyetsiz/liyakatsiz (cehalet),
  2. İhmalkâr,
  3. Üstleri/amirleri tarafından titizlikle denetlenmedikleri için, bu suçlar “müşterek ve müteselsil” sorumluluk/faillik olarak siyasi bürokrasiye ve iktidara kadar uzanır. Çünkü işler, memuriyetler, sorumluluklar, genellikle “Bizden”liğe göre dağıtılıyor.

Diğer taraftan, yargılamaların:

  1. Uzun sürmesi,
  2. Gerçek/Hakiki faillerin ortaya çıkarılamaması,
  3. Verilen cezaların yetersizliği, felaketlerin/faciaların sürmesini ve maşeri vicdanın yaralanmasını doğuruyor.

Örnek olarak Kartalkaya otel yangınında ortaya çıkan durum ibret vericidir.

  1. İşletmenin güvenli bir şekilde hizmetine devam etmesi için gerekli olan sorumlulukların kesin olarak tanımlanıp tevzi edilmemesi;
  2. Denetlemelerin yapılmaması veya ihmal edilmesi, “müşterek ve müteselsil faillik/sorumluluk” olarak bütün bürokrasiyi ve burayı da geçerek siyasal iktidara kadar (Turizm Bakanlığı) uzanır. Bu facia/felaket, ülkemiz ve milletimiz adına utanç verici bir hadisedir. Benzer durumu, diğer facialara-felaketlere de teşmil etmek mümkündür.

Sonuç olarak, medeni bir toplum kurmak istiyorsak, vatandaşlar arasında “Biz ve Öteki”nin ayırım kriteri “Ehliyet ve Adalet” olmadığı müddetçe, bu tür felaket ve facialar devam eder gider. Rahmetli anamdan kulağımda kalan bir “Mani”nin dörtlüğü şöyledir: “Dağlar evvelki gibi/Bağlar evvelki gibi/Ne olursa, ölene olur/Sağlar evvelki gibi.” Anasını sattığım memleketimde hiçbir şey değişmeyecek mi? “Dindar” olduğunu söyleyen yöneticilerimiz, neden dönüp, Allah’ın “ne” dediğine kulak asmazlar?

İki Siyaset Tarzı: Kurum-Kural veya Kişi-Karizma

Kurum-Kural Siyaseti

Kur’an, siyasi işlerin (Emr) içerde “Şura”(42/38); dışarda ise Sözleşme-Anlaşma (Ahit) ile (16/91,2/177) çözülmesini önermiş; Hz. Muhammed de bunu hayatında arkadaşları ile istişare (3/159) ve dışarda ise “Medine Sözleşmesi” ve diğer kabileler ile yaptığı ahitleşmeler ile uyguladığı halde; onun ölümünden sonra siyaset, kabile karizması (Kureyş) ve askerî bir kavram ile (Emire’l-Müminin) devam ettirilmiştir. Fazla zaman geçmeden buna bir de dinsel karizma (Hilafet) eklenmiştir. Hasılı, Kur’an’ın siyaset önerisi/tarzı rafa kaldırılmıştır. Kur’an’da siyaseti belirleyen temel, Alman düşünür Carl Schmit’in siyasetin temel modu olarak belirlediği “Dost-Düşman” ayrımı, ahlak üzerinden “Adalet ve Zulüm” çelişkisine bağlanmıştır (2/193,60/7-8). Dostluğu ve düşmanlığı belirleyen nitelik, etnik köken (kabile) dil, din/inanç ve çıkar birlikteliği değildir. Muaviye isyanı ile birlikte, bu kriter değişmiş; siyasetin raconu, büyük ölçüde güç/zor/savaş, kabile ve çıkar üzerine oturmuştur. Emevilerde ve Abbasilerde siyaset, Kabile/Kılan/Hanedanlık ve din (Hilafet/Zıllullah) karizması üzerine oturmuş; iktidar, halkın rızasını arama (şura) yerine; halkı zorla itaate (biat) zorlamıştır. Müslümanlar, kendilerini kimin yöneteceğini; hangi gerekçe ile yöneteceğini; yöneticinin nasıl tayin edileceğini; ne kadar süre ile yöneteceğini ve hangi yetkilerle donatılmış olacağını tayin edemediler. Bu anayasal (hukuki-ahlaki) boşluklar, 1.400 sene boyunca sürmüştür.

Kur’an’da Allah’ın kendisi de, insanlarla ilişkisini -Eş’arilerin sandığı gibi- : “Allah’dır; ne yaparsa yeridir” tazında –adetâ/haşa-  kaprisli bir “Kadir-i Mutlak, Alim-i Mutlak ve Mürid-i Mutlak”  imgesi/tasavvuru ile değil; kendini ahlaki isim-sıfatlar (Esmau’l-Hüsna) ile kayıt altına alarak (Sünnetullah/48/23, Kelime/10/19, Kitap/78/39) ve insanların özgür iradeleri ile bir sözleşme (misak) yaparak kurmuştur (7/172). Eş’arilerin ileri sürdüğü gibi, “Teklif-i Ma-la-yutak= insana güç yetiremeyeceği şeylerin teklif edilmesi” caiz değildir. Mutezile, bu görüşü reddetmiştir: “Allah, insanlara güç yetiremeyeceği şeyleri teklif etmez” (6/142). “Allah, hükmedenlerin en dürüst/doğru hükmedenidir” (95/8). Eş’arilerin, Allah’ın insana güç yetiremeyeceği şeyleri teklif edebileceğini de caiz gördükleri bilinmektedir. Allah, Kur’an’da insanların birbirleri ile olan -siyaset dahil- tüm ilişkilerini de ahlaki kurallara (“Hududullah”) bağlamasını istemiştir. Fakihlerin, “Had” kavramını, “Hikmetinden sual olunmaz” mutlak iradeye bağlamaları yanlıştır. (Fazlurrahman, The Concept of “Hadd” in Islamic Law. Islamic Studies. Vol:IV, September. 1965. No:3. S.37-251).

Siyaset tarihinde (Yunan’da ve Yemen’de) ortaya çıkan “Demokrasi” teorisi, siyaseti halkı işin içine katarak kurumsal, kurallı/hukuki (Anayasal) olarak çözme teşebbüsüdür. Bu bağlamda daha sonra Avrupa’da ortaya çıkan “Yasama-Yürütme ve Yargı” erklerini birbirinden kurumsal olarak ayırma teşebbüsü/teorisi de (“Kuvvetler Ayırımı”), yine toplumsal huzur, barış ve adalet motivasyonuna bağlıdır.

Güç istencini, doğrudan eylemi ve barbarlığı (“Sarışın Canavarlar”) “İyi Vicdan”ın nitelikleri olarak kodlayan Nietzsche, demokrasiye “Seküler sofuluk” dese de (Özgür Taburoğlu, Vicdan, Ankara. 2019. S.25 vd.); siyasette güç istencini/zoru değil; ehliyeti/liyakati, özgür iradeyi, onuru, oydaşmayı, barışı, uzlaşmayı, “kim”in dediğini değil; “ne” dendiğini önemseyen demokrasi, insanlığın lehinedir. Şura önerisinde de, aynı unsurlar mevcuttur. Kurum ve kural, ortak aklın konsensüsü olduğu için, yanlış-zarar doğurma ihtimali daha azdır ve telafisi-tashihi mümkün ve kolaydır. Kişi kültü ve karizma siyasetinde bunlar yoktur. Kurum ve kural siyasetinin “Hukuk/Adalet” doğurması, kuvvetle muhtemeldir. Çünkü aynı genetikten gelir. Oysa kişi/karizma siyasetinin, doğası/genetiği gereği zorbalık ve zulüm doğurması, daha muhtemeldir. “Bilge Kral/Kişi/Karizma”, binde birdir. (Anuşirvan, Hz. Ömer, Harun-i Reşid, Çiçero, Aliya İzzetbegoviç…)

Kişi Kültü-Karizma Siyaseti

Siyasette kişi kültünün veya karizmanın önemsenmesinin çeşitli ahlaki-psikolojik saikleri mevcuttur. Kişinin kendisi açısından muhtemel saikler güç istenci/istiğna, tağutluk, kutsiyet ve kendini feda etme duyguları ayrı ayrı veya birlikte olabilir. Tercih edenler (halk) açısından ise çıkar, zayıflık, korku ve kölelik bilinci olabilir: “Firavun, kavmini ezdi; onlar da, kendisine itaat ettiler. Çünkü onlar, yoldan çıkmış bir toplumdu” (43/54).

Karizmanın/kralın “çıplak” olduğunu görebilmek için, bir çocuk saflığında olmak gerekir. Keloğlan saflığında: “Lan haşmetlüm, bu yaptığın, boktan bir iş” deme cesaretini kimse gösteremez. Karizmayı kızdırmamak için kötü bir sofuluk hüküm sürer. Bu durum, zorunlu bir münafıklık ortamı yaratır: “Padişahım, çok yaşa!” Bu durumda ne söylendiği veya ne yapıldığı önemli değildir; kimin söylediği ve kimin yaptığı önemlidir. Karizmanın etrafında çıkar içgüdüsüne bağlı münafık bir “Biz” oluşur. Karizmadan (Kişi/Tek) yetki/güç alan herkes, kendi altına doğru -kendi çapında- putlaşır. “Biz”i oluşturan maya, dostluk değil; yalakalıktır.

Max Weber’in  geliştirdiği “Karizma “ teorisine, Freud’un geliştirdiği “Bilinç-altı” teorisini kullanarak Erich Fromm, şöyle bir psikanaliz yapar: “Daha başka bir örnek olarak savaşçı bir politika izleyen ‘Lider’ üzerinde durulabilir: Böyle bir lider, güttüğü politikanın ve aldığı kararların temelinde vatanseverlik duygusu ve yurduna hizmet sorumluluğu gibi yüce ülkülerin yattığına samimiyetle inanmasına karşılık; gerçekte, kendine onur sağlamak için böyle yapıyor olabilir” (Erich Fromm, Çağımızın Özgürlük Sorunlar. Çev. Bozkurt Güvenç.İst. 1973. S.111).

Sonuç

Türkiye toplumu rüştüne erip kurum ve kural ile siyaset yapma yeteneğine henüz yeterince sahip değildir. Demokrasi, salt oy verme/sandık (kral seçme) değil; sahaya/sokağa/meydana inme, elini taşın altına sokma, sorumluluk üstlenme, kurum ve kurallar rejimidir. Halkımız, sürekli -dinî veya seküler- “Tek-Adam”, “Lider”, “Karizma” arayışındadır. Hz. Muhammed: “Siz, nasıl iseniz; öyle yönetilirsiniz” demiş. Ayet de diyor ki: Siz, kendinizde olan (ahlaki) durumu değiştirmedikçe; Allah, size yardımcı olmaz” (13/11).

“Kadiri Akaid”i ve Meal-Tefsir Toplatma Yasası

1- KADİRİ AKAİDİ

Diğer Abbasi Halifeleri gibi (zıllullah) Kendini Teokratik bir şekilde Allah’a nispet eden: “Kadirbillah”, 991-1031 yılları arasında halifelik yapmıştır. Mısır’daki Fatımî ve İran’daki Büveyhi Şii iktidarlarına ve Abbasilerdeki Şii-Batını ve Mutezili inançlarına karşı mücadele vermiş birisidir. Kendi adına devletin “Resmî İdeolojisi” olarak bir Sünni Akide metni (“Akaid-i Kadiri”) oluşturmuş, bu metni hutbelerde ve Divan’da okutmuş; bütün ulemayı bu metni kabul etmeye zorlamıştır. Mutezili alimleri tövbe etmeye zorlamış; onlardan yazılı belge almış; muhalefet edenleri de, cezalandırmıştır (Tenkil-Ukubat). Metnin bir cümlesi şöyledir:”Men kale: “İnnehu (Kur’an) mahlukun ala halin minelahval”, fehuva kafirun, helalu’d-demi=Kim, Kur’an’ın diğer mahlukat gibi, “mahluk” olduğunu söylerse; o, kafirdir ve kanı helaldir(öldürülür).”(Abdulaziz Muhammed, I’tikadu’l-Kadiri. “Mecelletu Camiatu Ummu’l-Kura. Cilt18.sayı:39. 2006. s 247.)

Ortaçağlardaki Kilise yönetimi ile Abbasilerin “Sünni” ve Fatımilerin-Büveyhilerin “Şii” yönetimleri, “Teokrasi” olmaları bakımından aynıdır. Yöneticiler, kendilerini Tanrı’ya/Allah’a nispet ettikleri gibi; yönetimlerini de mutlak/kutsal dini hakikat olarak görüyorlardı. Oysa, “Allah katındaki din olan islam”(3/19) ve “Easaslı din (dinu’l-kayyime)”(98/5), hiçbir fani tarafından “temsil” edilemeyecek ve “takva” ile tetikte ve teyakkuzda sürekli aranacak doğru iman ve salih ameldir.

Muhalif olanları cezalandırma(Tenkil-Ukubat) açısından Kilisenin, Müslüman yönetimlerden daha katı olduğu bilinmektedir. Yine de, İslam tarihçisi Prof.Dr. Mehmet Azimli’nin editörlüğünde yayınlanan: “Müslümanların Engizisyonu-1”(Ankara-2019), “Müslümanların Engizisyonu-2”(Ankara-2020), “Müslümanların Engizisyonu-3”(Ankara-2021), “Müslümanların Engizisyonu-4”(Ankara-2022) kitaplarında ortaya konan manzara, hiç de iç açıcı değildir.

Kur’an açısından meseleye (fikir beyan etme) bakacak olursak, “Dinde zorlama yoktur”(2/256) ve Gayri Müslimleri: “Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğüt ile çağır ve onlarla en güzel bir şekilde mücadele et.”(16/125) ilkeleri, gayet sarihtir. O halede, Müslüman olmayanlar ile ilişki böyle iken; Müslümanların kendi içlerindeki fikir ihtilaflarını, yasaklama ve cezalandırma mevzusu yapmak, bağnazlık, yobazlık ve cehalet ürünüdür.

2- MEAL-TEFSİR TOPLATMA YASASI

Hükumetin, Diyanet teşkilatına bağlı “Din İşleri Yüksek Kurulu”na Türkiye’de Türkçe yayınlanan Meal ve Tefsirleri “İslam Dininin Temel Kuralları Açısından” inceleyerek “doğru” bulmadıklarını toplatma yetkisinin verilmesi, bahsetmiş olduğumuz “Kadiri Akaidi”ni andıran bir uygulamadır. Aynı teşkilata bağlı “Mushafları İnceleme Kurulu” meşrudur. Arapça metnin (Mushafın) tahrif edilmemesi için gerekli dikkat gösterilmelidir. Ancak, “İslam Dinin Temel Kuralları” ifadesi, bilimsel açıdan “teolojik-mezhebi” bir ifade olup muğlaktır. Türkiye bağlamında “Sünnilik”e tekabül eder. Aslında ona da tekabül etmez; orada da ciddi su götürür. Bu kurul, şunu yapabilir: Bilimsel açıdan yani dil bilim, Arapça gramer kuralları, Belağat, Sentaks, Semantik, Sözlük…bağlamında yayınlanan Meal ve Tefsirleri inceleyip “yanlış”ları tespit ederek kamuoyuna duyurur. Aynı işi, İlahiyat Fakültelerindeki “Tefsir” Anabilim dalındaki akademisyenler de, bireysel olarak veya toplu halde yapabilirler.

Tahrif, kusal kitapların başına gelen bir olgudur. Allah, Yahudileri, müslümanlara şikâyet etmiştir: “Yahudiler, ayetleri çarpıtıyorlar, sözleri asıl bağlamlarından (mevadiihi) koparıp: “İşittik, ama karşı çıkıyoruz” veya” Dinleyin, ama kulak asmayın” derler.”(4/46 ve 5/41, 2/75). “Dinlerini param parça ettiler; her mezhep de kendi itikadından memnundur.”(23/53). “Te’vil” yolu ile tahrif etme, en yaygın başvurulan tahrif yöntemidir. Bundan dolayı Allah, Kur’an’da “Ğayb” aleminden(Allah, Ahiret, Melekler, Cin, Şeytan) “teşbih” yolu ile müminlere verdiği bilgileri “te’vil” etmemelerini istemiştir(3/7). Ancak, Taberi’nin, erken dönem kuşaklarının yorumlarını derleyen ve Zemahşeri’nin Arap dilinin belağat kurallarını gözeten “Tefsir” lerinin dışındaki Tefsirler (“Rey Tefsiri”), ciddi düzeyde “te’vil” yolu ile “tahrif” içermektedir. Düpedüz yanlış anlama veya tahrif iğvası, insanlara “Te’vil” veya “Anlam zenginliği” diye yutturulmuştur. Dindar bilincin, Tanrı’nın gözüne girmek için böyle bir köpürtme yanılsaması vardır. Oysa, erken dönem uleması, Kur’an’daki “Mecazlar” üzerine ciddi bilimsel çalışmalar yapmışlardır. Türkiye’de Bilimsel-Hernenötik bir yorum teorisi olan “Tarihselcilik”i benimseyenleri, “Kur’an’ı tarihe gömüyorlar” diye iftirada bulunan ve itham edenler, utanmadan “Te’vil” yolu ile onu kılları kıpırdamadan, gözlerini kırpmadan tahrif ederek Allah’a iftira etmekte hiçbir beis görmüyorlar. Kendilerine sorsan: ”orijinal/yeni anlam keşfettiklerini” söylerler.

3- SONUÇ

Hükumetin aldığı karar yanlıştır. Düşünce özgürlüğüne ve dine vurulmuş bir darbedir. Tahrif ile mücadele etmenin yolu, bilimsel kurallara bağlı akademik çalışmalar ile tahrifatı kamuoyuna teşhir etmektir. Ciddi ve kaliteli ürünlerin olduğu fikir pazarında tağşiş/tahrif edilmiş fikirler alıcı bulmaz. Alanlar varsa da, ona yapılacak bir şey yoktur.

Türkiye’de Siyasetin Kristalleşme Formları

1- PARTİLEŞME

Birer “Hukuk Devleti” olan Anayasal demokrasilerde “Parti”, devleti yönetecek “Hükümet”i oluşturacak ve politik yelpazede Sağ-Milliyetçi-Muhafazakâr, Sol-Sosyalist, Sosyal Demokrat, Merkez-Liberal ideolojilere sahip örgütlü bir toplumsal formasyondur. Motivasyonu ise, topluma hizmet (Honorial Duty) olabileceği gibi; temsil ettiği kitlenin sosyal, hukuki, kültürel, ekonomik çıkarlarını –hukuki çerçevede- korumak ve geliştirmek de olabilir. Avrupa demokrasilerinde partiler, büyük ölçüde böyledir. Türkiye’de de demokrasiye geçtikten (1950) sonra böyle partiler kuruldu, iktidara geldi ve ülkeyi yönettiler. Türkiye’nin Avrupa’dan farkı, “Devrim” ile kurulduğu ve imparatorluk bakiyesi çoğul bir demografiye sahip olduğu için, partiler, ülkenin sosyal-kültürel ve ekonomik sorunlarını çözmeye dönük düşünsel, teorik, ideolojik olmaktan çok; “seküler/çağdaşçı”, “dinsel” ve “etnik” ağırlıklı “kimlik” siyaseti yapıyorlar.

2- ŞİRKETLEŞME

Türkiye, Endüstri devrimini kaçırdığı ve Tarımda da makinalaşmaya geç kaldığı için, Osmanlı imparatorluğundan beri ekonomik hayat, üretim, emek, kazanç ve teknolojik bir proses olmaktan çok; “Politik” bir kategoridir. Yani fakirlik ve gelir dağılımı sorunu olan bir ülkedir. Böyle ortamlarda, “Parti”, siyasal-ideolojik bir kategori; üyeleri de “partizan” veya “militan” (Türkiye bağlamında bir zamanlar olduğu gibi: Mücadeleci, Ülkücü, Devrimci, Akıncı, Mücahit, Islahatçı…) olmaktan çok; parti, ekonomik bir kategoriye (şirket), üyeler de iş/rant alan-veren, iş-memuriyet bulan ortaklara dönüşür. Parti, -büyük ölçüde-çıkar ilişkisine dayanan bir “Biz”e dönüşür. İktidar olmak, nüfuz hırsızlığının aracına dönüşür: “Bal tutan, parmağını yalar.” “Rüşvet” ve “Yolsuzluk”, norm haline gelir: Şık şık eden nalçadır; işi bitiren akçedir.” “Varsa pulun, olurum kulun; yoksa pulun, kapıdır yolun.” “Selam verdim, rüşvet değil deyü almadılar” (Fuzuli). “Biraz da biz ölelim”, “Çalıyorlar; ama, çalışıyorlar”.

3- TARİKAT VE CEMAAT

Doğuşu itibari ile ve sosyolojik olarak “Tarikat”, Selçuklu ve Osmanlı toplumlarında oluşmuş, pür/salt dinsel (takva, züht, riyazet) bir oluşumdur. Osmanlının ortalarından itibaren “Politik” ve “İktisadi” bir veçheye bürünmeye başlar. Tarihçi-akademisyen Zekeriya Işık, kaleme aldığı “Tekkedeki İktidar” (Konya. 1017), “Şeyhler ve Şahlar” (Konya.2015) ve “Devlet ve İktidar” (Konya.2016) adlı çalışmalarında müdellel olarak bu yapıların illegal olarak siyaset ve iktisatla olan ilişkilerini inceler. Devrimle birlikte yasaklanan bu yapılar, yeraltına çekilerek faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. 1950’den sonra da yavaş yavaş su yüzüne çıkarak sağ iktidarlar ile simbiyoz ilişkilere girmişlerdir. 2000’li yıllardan sonra da tamamen politikleşerek iktisadi holdinglere dönüşmüşlerdir. Din, -büyük ölçüde- politik ve iktisadi mevzi kazanmak için “istismar” aracına dönmüş durumdadır. Kişi kültüne (şeyh, veli, kutup, gavs…) bağlı bu yapılar, sorumluluğunu müdrik fertlerden oluşan, akli ve düşünme kapasitesini kullanabilen bireylerden oluşmuş Müslüman toplum (ümmet) veya modern toplum (Cemiyet) oluşturmanın önünde birer engeldir. Bunlara demokrasilerdeki “Sivil Toplum Kuruluşları (NGO)” gözü ile bakmak, yanlıştır. Tarikatın Sosyolojik gerçekliği, teolojik ve ahlaki tartışmalılığını engelleyen bir gerekçe oluşturmaktadır. Bu sosyoloji, demokrasinin bir unsuru olan “Parti”yi de kendine benzeterek Türkiye’de etkinliğini sürdürmektedir: Halife-Sultan/Padişah kodu, Şeyh-Gavs kodu ile birleşince, kişi tapınımı kültü-kültürü-karizması doğmaktadır: “Balık, baştan kokar.”, “İmam,…..sa; çemaat…”, “Başın sağolsun”, “Baş, başa bağlıdır.”…

Cemaatlere gelince, devrimden sonra dinin halı altına süpürülmesine aksülamel olarak ortaya çıkmış, halkın dini ihtiyaçlarını karşılayan oluşumlardır. Başlangıçta, hepsi fedakârlığa dayanan pür dinsel oluşumlardır. 1950’lerden sonra, onlar da giderek politikleşerek Sağ iktidarlar ile simbiyoz ilişkiler geliştirmişlerdir. Bunların en meşhuru olan “The Cemaat” iki binli yıllardan itibaren Şi^, nitelemesi ile “Takiyye”; Sünnî nitelemesi “İlm-i Siyaset” yolu ile politikleşerek, holdingleşerek beraber yol yürüdüğü seçilmiş meşru iktidara “Darbe” vurmaya kalkıştı (15-Temmuz). Diğerleri de, hala politik ve iktisadi faaliyetlerini sürdürmeye devam ediyorlar.

4- MAFYALAŞMA

Devlet hesap-kitap, hukuk-kurum, şeffaflık ve denetle(n)medir. Mafya ise, Hegel’in “Köle-Efendi Diyalektiği”ni izah etmek için söylediği: “Çatışmada/savaşta yaralanmayı ve ölümü göze alan “Efendi”; bunu göze alamayan, “Köle” olur” prensibi gereği, şiddete dayalı, illegal olarak yaratılmış karanlık bir karizma üzerine kurulur. Mafya veya çete ile “Devlet”i birbirinden ayıran temel husus, Devlette şiddet kullanımının hukuka bağlanmasıdır. Devlet, yasaya bağlı olarak hareket eder; yaptıkları, hukuk kurumları tarafından denetlenir. Mafya ise, illegal olarak “Racon keser.” Türkiye’de uzun süreden beri siyaset ve iktisat alanlarında mafyöz ilişkilerin oluştuğu gözlemlenmektedir. Meşhur mafya grupları ve liderlerinin isimleri, kamuoyu tarafından bilinmektedir. Son dönemlerde hukuka olan güvenin azalmasına paralel olarak, çeteleşmelerde ve bireysel/kişisel sokak infazlarında artış gözlemlenmektedir.

5- SONUÇ

Marxist Felsefe, siyaseti, ekonomik “Sınıf Çatışması” olarak görür. Felsefe ve Din ise, siyaseti genellikle “Pratik ahlak” olarak niteler (Platon, Aristo, Farabi, Kant; Hristiyanlık, İslam). Demokrasi teorisyenleri ise, ekonomik ve etik kaygıyı eşit düzeyde uzlaştırmaya çalışırlar. İslami açıdan siyaset, toplumun tümünün sorumluluğu olarak “adaleti ayakta tutmak” (4/235,5/8); kamu işlerini deruhte eden kişiler için de bu işleri birer “emanet” (4/58) olarak görmek ve ona ehil/liyakat sahibi olmaktır. Halkın güvenlik, huzur ve refahını deruhte etme çabasıdır. Demokrasi ve Parti, siyasetin Güç İstencine yaslı Şeytansı doğasını, “Ehven-i Şer” olarak konsolide etmeye çalışır. Demokrasinin, “fazilet”i ortaya çıkarmak için elverişli bir aparat olduğu doğrudur. Ancak, rezil insanlar tarafından içi her türlü boşaltılabilir. Avrupa ve Türkiye’nin demokrasi tarihinde bunun çokca örneklerini bulmak mümkündür.