Çağdaş Nihilizm ve Doğurduğu Can-Sıkıntısı

1-NİHİLİZM NEDİR?

Heidegger, Nihilizmi Batı tarihinin genetiği olarak görür: “Özünde düşünüldüğünde Hiççilik, daha çok Batı tarihinin temel olayıdır. Hiççilik, öyle bir derinlik gösterir ki, onun yayılması, olsa olsa dünyanın yıkımı ile sonuçlanabilir. Hiççilik, Yeniçağın güç dünyasına çekilen (sürüklenen) yeryüzü halklarının, dünya tarihi hareketidir. Nietzsche’nin “Tanrı Öldü” sözü, bu “Hiç”in yayıldığını (radikalleştiğini-İG) onaylamaktır. Bu bağlamda “Hiç”, duyu-üstü, bağlayıcı, yükümlülük getiren bir dünyanın yok oluşunu gösterir.” (M. Heidegger, Nietzsche’nin Tanrı Öldü Sözü. Çev: L. Özşar. Bursa. 2001. S. 18-19). Kapitalizm, Kolonizasyon ve iki Dünya savaşı, bu radikalleşmiş nihilizmin tezahürleridir. Bu olguyu, ahlaki karakter yapısı olarak Kur’an “Müsrif”; iktisadi ve politik tutum ve yaşam tarzı olarak da: “israf” (5/32, 10/83, 36/19…), “Tekâsür” (102/1-2) ve “Tuğyan-Tağutluk” (2/15, 2/257, 4/76…) olarak niteler. Bu “Dünya Görüşü”nün yarattığı “halet-i ruhiye” ise, -ölümün, “Hiç”liğe karışmanın kapısı olması hasebi ile-, “Can-sıkıntısı” olarak tezahür eder. Bu durumda: “Dasein (İnsan)’a hiçbir şey, bir “şey” ifade etmez olur; hiçbir şey, herhangi türden bir “fark” yaratamaz olur. Diğer taraftan, daha korkutucu bir şekilde “kendilik”, kişinin olduğu şey, tanınabilir tüm anlamlarını ve farklılığını yitirir: İsim, duruş, iş, rol, yaş, hatta kader, benim ya da senin türünden ifadelerini yitirir.” (Ö. Ejder, Heidegger Düşüncesinde Sıkıntı Kavramı Üzerinden Modernite Eleştirisi. Cogito Dergisi. Sayı:64 (Güz-2010). S 254)

Ölüm, hiçliğe batmanın kapısı olunca; ölüm korkusu, özgürlük ile birleşince, kötülüğün kaynağına dönüşür: “Özgürlüğün (ölüm korkusundan dolayı) kötülüğe neden olduğu yadsınamaz. Kötülüğün, korkudan ve “yaşam kazanmak için” korkunun yaptırdığı saldırgan girişimlerden geldiği eğer açıklık kazandı ise; o zaman insanların, düşünerek kullandıkları özgürlük ile bilerek kötülüğü seçmelerinin nedeni anlaşılır hale gelir. Özgürlük olgusunun kendisi, dibine kadar korkuyla doludur. Sadece iç ve dış tehditlerden dolayı değil; kendi kendisinden duyduğu korku ile de doludur.” (A. J. Bucher, “Yitirdiğimiz Suçsuzluğumuz Ya Da Özgürlüğün Saldırgan Gücü Üzerine.” Yüzyılımızda İnsan Felsefesi. Haz: İonna Kuçuradi. Ank. 1997. S 219.)

2-SEMPTOMLAR

Bu nihilist “halet-i ruhiye”yi, Güney Kore kökenli Alman düşünür Byung Chul Han şöyle tasvir ediyor: “Bütün kütleleri yörüngede tutan yerçekiminin (Anlamın-İG) etki alanının dışına çıkıldığında; bütün anlam atomları (bireyler-İG) uzayda kaybolur. Her atom, kendi güzergâhını takip ederek sonsuzluğa ulaşmaya çalışır ve uzayda kaybolur. Bu, bütün bedenleri, mesajları ve süreçleri her yöne doğru hızlandıran günümüz toplumlarında karşılaştığımız şeydir. Her siyasal, tarihsel ve kültürel olgu, onu kendi mekânından koparıp alan ve bütün anlamını kaybettiği bir hiper-uzama/uzaya savuran bir kinetik enerji içerir.” (B. C. Han, Zamanın Kokusu. Çev: Ş. Öztürk. İst.2021. s 32) Nihilist halet-i ruhiye’yi “Narsistik” olarak niteleyen Han, bu kişiliği şöyle tanımlar: ”Narsist özne, dünyayı yalnızca kendi gölgesinin uzantısı olarak algılar. Bunun tehlikeli sonucu, “öteki”nin yok olmasıdır. Ben ve öteki arasındaki sınır, belirsizleşir. Benlik, dağılır; ben, kendi içinde boğulur. Buna karşı istikrarlı bir benlik, yalnızca öteki ile yüz yüze iken ortaya çıkabilir. Aşırı narsistik öz-referansı, bir boşluk hissi yaratır.” (B. C. Han, Ötekini Kovmak.çev: M. Özdemir. İst.2023. s 29).

Çağdaş insanın, “İbret (Kültür?) gezisi” (6/11, 16/36, 30/42) yerine; -it ayağı yemiş gibi- durmadan oradan oraya dolaşıp durması (Turizm), Heidegger’in tespit ettiği gibi, modern teknoloji ve teknik düşünmenin yarattığı “yurtsuzluk” duygusunun (M. Heidegger, Düşünceye çağıran (Yurt Müdafaası) çev: A. Aydoğan. İst.2010. s 19 vd) doğurduğu can-sıkıntısının bir semptomu olsa gerek. Vatan-sıla, yurt-yuva, vukufiyet, özlem duyguları, giderek büyük ölçüde dumura uğramıştır. Depresyon, uyuşturucu bağımlılığı, intiharların artması; aciliyet ve sabırsızlığın artması, diğer göstergelerdir. Dövme ve Tatto’nun giderek yaygınlaşması, can-sıkıntısının deriye yansımasıdır; yüzü zayıflayan insanın, bedenini tuvale çevirerek ilgi aramasıdır. Yüzünde/gözlerinde “meymenet” kalmayan bazı kadınların, başka yerlerini açarak(“Şeffaf Toplum”, “Ritüellerin Yokoluşu”-B.C.Han) ilgi-itibar dilenmeleri, sıkıntının başka bir semptomudur.

Kur’an, insanların bu kendine yabancılaşmış duruma düşmelerinin sebebini: “Tanrı’nın Unutulması” olarak koyar: “Allah’ı unuttuğu için, Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın.” (59/19). “Tanrı’yı hatırlamaktan yüz çeviren kişi, dar/sıkıntılı bir hayata mahkûm olur.” (20/124). “Allahtan başkasına ilahlık yakıştıran kimse, gökten savrulup düşen; kuşların didikleyip kapıştığı veya rüzgârın uzak-ıssız bir yere savurduğu kimseye benzer.” (22/31). Yine bu müşrik kişilerin halet-i ruhiyesi şöyledir: “Onları hali, bir ateş yakan kişinin durumuna benzer: ateş, çevresini aydınlatır aydınlatmaz, Allah, görmesinler diye onların ışığını alıp zifiri karanlığa çevirir. Onlar sağır, dilsiz ve kördürler; geriye dönemezler. Ya da onların durumu gökten zifiri karanlıklar içinde gök gürültüsü ve şimşek ile gelen şiddetli bir sağanağa benzer. Ölümün dehşeti içinde yıldırımlardan korunmak için parmakları ile kulaklarını tıkarlar. Ancak Allah, hakikati inkâr edenleri kuşatır. Çakan şimşekler, neredeyse gözlerini kör eder. Işık verince, hareket ederler; karanlık üzerlerine çökünce de, yerlerine çakılıp kalırlar. Allah, dileseydi, onların gözlerini kör; kulaklarını sağır edebilirdi.(Ama bunu yapmadı). Allah, her şeye kadirdir.” (2/17-20).

Her iki ayet grubunda metaforlarla tasvir edilen kişiler, sahici bir anlam/iman edinemeyen kişilerin halet-i ruhiyesidir. M. Esed, bu metaforlar hakkında şöyle diyor: “Bana göre, “ateş yakanlar” metaforunda bazı insanların, hayatın ve inancın ölçüye ve tahmine gelmeyen yanlarını açıklamanın ve aydınlatmanın bir aracı olarak yalnızca “bilimsel yaklaşım” adı verilen şeye güvenmelerine ve sonuçta insan aklının kavrayış alanı dışında herhangi bir şeyin bulunabileceğini küstahça reddetmelerine bir atıf vardır. Bu kibirli küstahlık, Kur’an’ın tanımladığı gibi, sahiplerini –ve hâkim oldukları toplumları- kaçınılmaz olarak “neredeyse gözlerini alı veren” hayal kırıklığı yıldırımlarına maruz bırakır. Yani, ahlaki kavrayışlarını daha da zayıflatır ve “ölümün dehşeti”ni derinleştirir. (M. Esed, Kur’an Mesajı. Çev: C. Koytak-A. Ertürk. İst. 1997. S. 7).

Aynı halet-i ruhiyenin, daha evrensel temsili/metaforik bir örneği: “ Kendisine mesajlarımızı lütfetmiş olduğumuz halde, onları bir kenara atan kimsenin başına gelecek olanı anlat onlara. Şeytan, yetişip yakalar onu ve o da, -başka niceleri gibi- bir vehme saplanır. Biz dileseydik, onu ayetlerimizle yüceltir ve üstün kılardık. Fakat o, dünyaya kapaklandı/saplandı ve arzu/heveslerinin peşine takıldı. Böyle birini durumu, bir köpeğin durumu gibidir. Üzerine korkutarak varsan da dilini sarkıtıp nefes nefese kalır; kendi haline bıraksan da. Bu temsili/metaforu anlat; belki düşünürler.”(175-176).

3-SONUÇ

“Allahtan başkalarını dost edinenlerin durumu, kendine bir ev edinen örümceğin durumuna benzer; evlerin en dayanıksızı, örümcek evidir (29/41). “Dikkat edin, Kalpler, ancak Allah’ı anmak ile mutmain olur.” (13/28). “Rabbinden kendisine bir açıklık (beyyine/doğru yol) gösterilmiş kişi, kötü işleri kendine doğru görünen ve arzularına uyan kişi ile bir/eşit olur mu?” (47/14). Hasılı Kur’an, Allah ile yaşanan sürekli tetikte ve teyakkuzda olma (haşyet, huşu, havf, takva) halinde canlı iman ilişkisinin, “Umut ve Kaygı” yani “rağaben ve rahaben”, “havfen ve damaen” (21/90, 7/157, 30/24, 32/16) arasında olması gerektiğini vurgular.

Çağdaş Kötülüğün Metafizik Çanağı: “Tanrı Tutulması”, “Unutulması” ve Ölümü”

Çağın Ruhu (Zeit-geist)

Nietzsche’nin teşhis ettiği gibi, Batı’nın “Sarışın Canavarları”nın kendi güç istençlerine bir maske olarak kullandıkları örgütlü dindarlık (bu “dindar”lığın, Hz. İsa ve onun mesajı olan “İncil” ile hiçbir alakasının olmadığı apaçıktır) olarak “Kilise”nin, Orta Çağ’da Tanrı adına işledikleri cinayetlerden sonra; “Aydınlanma” ile bu canavarlar, Tanrı’nın tahtına oturup (Hümanizm) edindikleri maskeyi atarak (Kilise’yi devre dışı bırakarak), endüstri/teknoloji devrimi ile yeryüzünü kolonileştirmeye başladılar. Bu tutku/güç istenci, iki dünya savaşının çıkmasına; Faşizm ve Kapitalizm gibi iki politik ve iktisadi sistemin zuhuruna sebebiyet verdi. “Doğu”nun dinsel ruhu/genetiği (Budizm/Çin-Ortodoksluk/Rusya), bu sömürü düzenine “Komünizm/Sosyalizm” ideolojisi ile karşı koymaya çalıştı. Ancak, dinin özü olan “Tanrı”yı reddettiği için (Batı’nın materyalizm ayartısı), dinden çıkmış seküler vicdan, tek başına başarılı olmaya takati yetmeyip çöktü. Sonunda Çin de Rusya da Kapitalizm’e geri döndüler.

Aydınlanma ile içine girilen bu süreç (Zeit-geist) “Tanrı’nın Ölümü” ve “Çölleşme” (Nietzsche); “Tanrı Tutulması” (M. Buber); “Tanrıların göçüp gitmesi” (Hölderlin); “Kutsal/katı olanın buharlaşması” (K. Marx); “Kutsal kubbenin çökmesi” (M. Weber); “Çoraklaşma” (T. S. Eliot); “Ruhtan zekâya geçiş” (Heidegger); “İnsanın Ölümü” (M. Fucoult); “İnsanın Haz/Arzu Makinasına Dönüştürülmesi” (G. Deleuze-F.Guattari); “Hiçlik Çağı” (P. Watson) ve “Tağutluk/Şeytanlık (Tanrı’nın Unutulması)” (Kur’an) olarak nitelenmiştir.

Bu süreci Hannah Arendt şöyle yorumlar: “Homo Faber’in (alet yapan insan) insan-merkezci yararcılığı, en gelişkin ifadesini, Kant’ın (Aydınlanma’nın babası): ‘İnsan, asla amaç için araç haline getirilemez; her insan varlığı, kendinde bir amaçtır’ formülünde bulmuştur… Ancak, trajedi şuradadır ki, Homo Faber, kendi etkinliğini yerine getiriyormuş göründüğü anda, aklı ile ellerinin nihaî ürünü olan şeyler dünyasını değersizleştirmeye başlar. Şayet faydalanan/kullanan kimliğindeki insan, en yüksek amaç ise; ‘her şeyin ölçütü’ ise; o zaman Homo Faber’in işine dayanağını veren doğa, neredeyse salt ‘değersiz bir malzeme’ gibi muamele görmekle kalmaz; ‘değerli’ şeylerin kendileri de kendi aslî ‘değer’lerini yitirerek salt araçlar haline gelirler” (H. Arendt, İnsanlık Durumu. Çev: B. S. Şener. İst. 2006. s. 230).

Semavi/ilahi dinlerin temel değerleri olan ahlaklı bir “Tanrı” ve onun vadettiği ahlaki bir sonuç olarak “Ahiret”ten kopmuş modern (Aydınlanmış) “insan, yaşamını kazanmanın ya da yitirmenin kendi elinde olduğunu kavrarsa ve bunu gerçekleştirmek için aslında ne kadar yetersiz olduğunun farkına varırsa, o zaman Jean Paul Sartre’ın, ‘korkunun, insanın kendi kendisini bilmesiyle özdeş olduğu’ savı, anlaşılır olur: Korku içinde iken özgürlük, kendi kendisinden korkar. Eğer kötülük, zorunlu olarak korkudan çıkıyorsa; korku, insanın özgürlüğü ile ilgili ise; o zaman insanın özgürlüğü, ondan beklenenin tamamen aksini yapma olanağını içinde taşımaktadır! Özgürlükten korkma, boşa geçmiş bir yaşamın anlamsızlığı karşısındaki korkudan kaynaklanır. Ölüm, -eğer hâlâ gerçekten yaşanmamış bir hayatın sonunu oluşturuyorsa-; daha korkutucu olur. Bu nedenle ölüm korkusu, ölümden sonrasına yönelik değildir; aksine, boşa çıkan umut ve beklentilerin son bulduğunun kesinliği karşısında ‘ölümden öncesine’ ilişkin duyulan dehşeti yansıtır… Bu olasılık karşısında insanın duyduğu korku, onu vahşice korunma stratejilerine: ‘Ya ben ya onlar’ stratejisine; her şeyi kendi eline geçirme, her şeye hâkim olma stratejisine götürür. Yani kötülüğün mekanizmasının içine iter” (A. J. Bucher, “Yitirdiğimiz Suçsuzluğumuz Ya da Özgürlüğün Saldırgan Gücü üzerine”. Yüzyılımızda İnsan Felsefesi adlı kitabın içinde. Haz. İoanna Kuçuradi. Ank. 1997. s. 218-219).

Nietzsche’nin “Tanrı’nın Ölümü”, “Güç İstenci” ve “Ebedi Dönüş” metafiziğinin çağımıza egemen olduğunu söyleyen Heidegger, bu durumu şöyle tasvir eder: “Biz geç modernleri örtülü bir şekilde -kendimiz de dahil- ilişkili olduğumuz entitelerin tümünü doğaları gereği anlamsız (Bastand), yani optimize edilmeyi, düzenlenmeyi, maksimum randımana kavuşturulmayı bekleyen pür ‘kaynaklar’ olarak anlamaya ve bu tarz da ele almaya teşvik eden şeyin, tam da entitelerin varlığının bu ontolojik indirgemeci kavranışı olmasıdır” (Ian D. Thomson, Heidegger-Ontoteoloji. Çev: H. Arslan. İst. 2012. s. 75).

Günümüz toplumlarını “Şeffaflık Toplumu” olarak niteleyen Byung Chul Han, çağın ruhunu şöyle tasvir ediyor: “Günümüz şeffaflık toplumu, içinde metafizik bir gerilim barındıran o Tanrısal ışıktan (Nur-İG) yoksundur. Şeffaflıkta aşkınlık yoktur. Şeffaflık toplumu, ışık olmaksızın içini gösterir. Aşkın bir kaynaktan çıkan o ışık ile aydınlanmaz. Şeffaflığın ortamı, ışık değil; aydınlatmak yerine, her şeyin içinden geçen ve her şeyin içini görünebilir kılan ışıksız bir ışınımdır. Bu ışınım, ışığın (Nur) aksine; müdahaleci ve delicidir” (Byung Chul Han. Şeffaflık Toplumu. Çev: Haluk Barışcan. İst. 2022. s. 59).

Çağın ruhunu “Sahip Olmak “olarak kavramsallaştıran Erich Fromm, onu şöyle tanımlar: “Bu insan, mutluluğu, başkalarına üstün olmakta, gücünün bilincine varmakta ve son aşamada fethetme, soyma ve öldürme yeteneklerinde bulmaktadır. ‘Olmak’ ilkesinde ise, mutluluk sevgide, paylaşmada ve vermededir” (Erich Fromm, Sahip olmak ya da Olmak. Çev: A. Arıtan. İst. 1990. s. 121).

Heidegger’in, modern çağın ruhunu “Ruh’tan Zekâ’ya geçiş” olarak nitelemesini, Fromm, Darwin’in şahsında şöyle tasvir eder: “Salt bilimsel ve yabancılaşmış bir zekânın, insanın kişiliği üzerine yaptığı etkileri, en yoğun biçimiyle Charles Darwin’in yaşamında bulabiliriz. Kendi biyografisinde, otuz yaşına dek müzik, şiir ve sanattan büyük zevk aldığını; ama sonraki yıllarda bu yeteneklerinden yoksun kaldığını anlatır ve şöyle yazar: ‘Aklım, büyük bir bilgi birikimi arasından ha bire yeni yasalar filtre eden koca bir makinaya dönüşmüştü. Sevdiğim şeylerin artık bana zevk vermez oluşları ve onlardan uzaklaşmam, mutluluğu yitirmeme yol açmıştı… Çünkü doğal yanımızın (Fıtrat/Ruh-İG) en önemli yanını ve bize özgü olan duygularımı yitirmiştim” (Fromm, a.g.e., s. 213).

Bu süreci Yahudi düşünür Martin Buber, (söyledikleri, başta Yahudilerin çoğu için geçerli olmak kaydıyla-İG) şöyle tanımlamaktadır: “Nietzsche’nin sözleri ile ‘Tanrı’nın ölümü’nden beri, yani -gerçekçi konuşacak olursak- insan kalbinin (Ruhunun-İG) imge kurucu/tahayyül gücünün gerileme içinde olmasından beri; durum, artık eskisi gibi değil. Öyle ki, manevi öğrenci, Mutlağın (Tanrı’nın) tezahürünü bir bakışta yakalayamamaktadır. Sahte mutlaklar, ruhun üzerinde hüküm sürmektedir. Çünkü ruh, artık sahte olanları, hakiki olanın imgesiyle bozguna uğratıp kaçmaya mecbur edememektedir. Sahte mutlaklar her yere, insan dünyasının tüm sathına, Doğu’ya Batı’ya, soldan ve sağdan, ahlaki olanı yıkarak ve senden ‘kurban’ talep ederek, hiçbir engel tanımadan nüfuz ederler” (M. Buber. Tanrı Tutulması. Çev. A. Tüzer. Ank. 2013. s. 138). “Şu anda da vuku bulmakta olan bir ‘Tanrı Tutulması’ndan söz ettiğimizde, kastettiğimiz şey nedir? Bu mecaz ile biz, şu müthiş varsayımı ortaya koyuyoruz: Nasıl cismani gözümüzle güneşe bakıyorsak; ‘Ruh/Kalp Gözü’müz ile veya varlık gözü ile de Tanrı’ya bakabiliriz. Nasıl yeryüzü ile Güneş arasına tutulma esnasında bir şey giriyorsa; kendi varlığımız ile O’nun arasına da bu tutulmada bir şey girmektedir” (Buber, a.g.e., s. 153).

Bu araya giren şeyin, Heidegger’in “Gestelle (Kafesleme)” nitelemesi ile çağdaş dijital zekâ teknoloji ve teknik (Ruhsuz) düşünme olduğu kanaatindeyim. Ben, modern -dijital- teknolojiyi, ipek böceğinin kendine ipek ipinden (müthiş bir teknoloji) ördüğü kozaya benzetiyorum. İpek böceği, eğer bir çıkış iradesi gösteremez ise, koza içinde ölür. Bu kozanın gücü ve direncine gelince: “Allah’tan başkalarını (yapay zekâ-İG) dost edinenlerin durumu, kendilerine bir ev (Ge-stell-İG) edinen örümceğin durumu gibidir. Evlerin en ‘dayanak-sızı’, örümcek evidir; keşke bilselerdi” (29/41).

Metafizik Çanağın Dehşet Tezahürleri: Çağdaş Soykırımlar ve Katliamlar

Materyalist Komünizm ideolojisi adına Stalin ve Mao tarafından yapılan katliamlar, Hitler’in Faşizm adına Yahudilere uyguladığı soykırım (Holokost), Sırpların Boşnaklara karşı işledikleri soykırım (Srebrenitsa) ve İsrail’in Gazze’de Filistinlilere karşı uyguladığı soykırım… hepsi, çağın ruhunun tipik tezahürleridir. Bu soykırımlara Hristiyanlığın veya Yahudiliğin “maske” edilmesi, gerçekçi değildir ve komiktir. Hitler, seküler ırkçılığına Protestan Kilisesi’ni ortak etmeye çalışmıştır. Sırplar, Ortodoksluğu, soykırımlarına maske yapmaya çalışmıştır. Örnek olarak Yahudilerin bugünkü sözde ‘Mesihçi Hükümet’i, Gazze katliamında 60 bin sivil, 18.500 çocuk, 2.200 aileyi toptan yok etmiştir. Katliama devam ediyorlar. Hamas’ın 7 Ekim saldırısını, millileştirilmiş Tanrıları olan Yehova’nın bir lütfu olarak “mucizevi an” diye nitelediler. Yahudi Teolojisi, ta başından beri büyük ölçüde “ırkçı/seküler” bir Tanrı’yı teslim alma girişimidir. Tanrı’ya teslim olmadıkları gibi; ahirete de inanmadılar. Tanrı, onlar ile ahitleşmek istediği zaman: “…Dinledik, ama itaat etmiyoruz” dediler. Nankörlükleri nedeni ile kalplerine “Altın Buzağı Sevgisi (Conatus Essendi=Varlıkta ayak direme-Spinoza-İG) içirilmişti.” (2/93). Yahudiler, Tanrı’ya eş koşan/putperest/paganlardan daha dünyevidirler (seküler): “Sen, onları, müşriklerden daha ihtiraslı olarak hayata sarılmış olarak bulursun. Onlardan her biri, binlerce sene yaşamak ister” (2/96). Yahudi filozof Spinoza, felsefesinde bu tutumu, “Conatus essendi (varlıkta ayak direme)” olarak olumlamıştır. Hz. Musa başta olmak üzere, bütün Yahudi peygamberleri (İşaya,  Yeremya, Yahya, İsa…) onların bu müstekbir/müstağni ve muannit tabiatları ile mücadele etmiştir. Tanrı, onları Babilliler, Asurlular ve Romalılar eliyle defaatle cezalandırmıştır (17/3-6). Onların bu nadanlığını Tanrı şöyle değerlendirmiştir: “Tevrat ile mükellef tutulup da onun ile amel etmeyenlerin durumu, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir…” (62/5). Kitab-ı Mukaddes’ten rahatça bunu takip etmek mümkündür. Yahudi bir filozof olan Spinoza, sonunda Tanrı’nın tekliğini ve ahlaki kişiliğini reddederek, O’nu, varlık ile aynileştirmiştir (Panteizm).

2.000 yıldan fazla bir süredir sürgünde yaşayan Yahudiler, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, İngilizlerin, onlara kendilerine “Vadedilen Topraklar”da bir devlet (İsrail) bahşetmesi ile diasporada binlerce yıl boyunca geliştirdikleri zekâlarını (ruhları değil), biriktirdikleri paraları ve kurnazlıklarını bir şiddet/terör odağı olarak kristalleştirdiler.

Katliam ve soykırımların yaygınlaşması ve medya aracılığı ile muttali olunması, kitlelerde çaresizlik duygusu yaratarak kanıksanmasını ve “Bana değmeyen yılan bin yıl yaşasın” tutumunu doğuruyor. Vicdanlı insanların (Yahudi olanlar dahil), dünyanın dört bir yanındaki protestolarına rağmen; bahsetmiş olduğum olgu da yakıcı bir gerçektir: “Üzüm üzüme baka baka kararır” ve “Kıratın yanında duran, ya tüyünden ya da huyundan kapar” atasözleri ve “Uçuruma uzun süre bakarsan; uçurum da senin içine akar” özdeyişi (Nietzsche), bu gerçeği yansıtır.

Kurtuluşun Metafizik Çanağı

Martin Buber, “Tanrı ışığının tutulması, asla bir sönüş değildir; yarın dahi araya giren şey ortadan kaybolabilir” (Buber, a.g.e., s. 148) dedikten sonra, felsefenin ve teolojilerin Tanrı’yı temellük eden “Ben-O” ilişkisinden “Ben-Sen” ilişkisine geçilmesi gerektiğini, çözüm olarak önerir: “İhtiva edilemez ötekiliğin farkına varmış olarak bir varlığı, herhangi bir şekilde kendimle birleştirme ve onu ruhumun bir parçası yapma iddialarından vazgeçtiğimde, işte ancak o zaman, = benim için hakiki anlamda ‘Sen’ olur. Bu, insan olduğu gibi, Tanrı için de geçerlidir.” (Buber. a.g.e. s. 110).

Yahudi kökenli ahlak filozofu Emmanuel Levinas, 2.500 yıllık Batı Felsefesini/Metafiziğini, Başka’ya karşı duyduğu dehşetle, önüne geçilmez bir alerjiyle malul bir tür “Egoloji”, “Ontolojik Emperyalizm” ve “Aynının Tahakkümü” olarak niteleyerek, İlk Felsefenin, büyük “Başkası/Öteki” olarak Tanrı ve küçük “öteki/başkası” olarak da insan olması gerektiğini ileri sürer: “Etik öznelik, ontolojinin her şeyi kendine indirgeyen idealleştirici özneliğinden kurtulur. Etik ‘ben’, tam da başkası önünde diz çöktüğü, kendi özgürlüğünü başkasının daha önde gelen çağrısına feda ettiği ölçüde öznedir. Bence öznenin özgürlüğü, en yüksek veya ilk değer değildir. Bizim, beşerî başkaya veya Mutlak başka olan Tanrı’ya cevabımızın yad-erkliği, öznel özgürlüğümüzün özerkliğinden önce gelir. Sorumlu olanın ‘ben’ olduğumu teslim eder etmez, özgürlüğümün, başkasına karşı bir yükümlülük tarafından öncelendiğini kabul ederim.” (E. Levinas. Sonsuza Tanıklık. Çev: Z. Direk. İst. 2003. s. 276). “Başkasına ne diyalektik olarak ne de mantıksal olarak hiçbir şeyi borçlu olmayan bencil, bağımsız, kendine yeterli ve müstağni benin keyif alması, bizi, esasen ayrılığa götürür. Ayrılık, özünü, soyut bir formalizmde tüketme; ama ekonomik yaşamın somutluğunda gerçekleştirir. Bağımsız olma, ya da ayrı olma, katlımla (paylaşma ile-İG) bağını koparma ve ortaklık mantığına karşı gelmektir.” (Ö. Gözel, Varlıktan Başka (Levinas’ın Metafiziğine Giriş) İst. 2011. s. 167).

Nietzsche’nin “Tanrı’nın Ölümü” ve M. Foucault’nun “İnsanın Ölümü”nü, seküler insanın “Ruhunun/Kalbinin ölümü” olarak niteleyen Faslı İslam düşünürü Taha Abdurrahman, insanın kurtuluşunu, Kur’an’dan kalkarak geliştirdiği “İlahi Emanet Paradigması”nda görür: “Melekût’un (Allah’ın hükümranlığı), Tağut’tan (Güç İstenci/Ubermanch-Şeytan-İG) başka alternatifi yoktur. Tüm eksikliklerden münezzeh olan Yaratıcı’sına kulluk etmeyen, bir başkasına kulluk eder. Hem de yanı başında olan kendi benliğinden (Ego) başlayıp; en ücra yerlerde olan nesnelere varıncaya kadar onlara kulluk eder. Bu durumda seküler insanın görmek istediği içindeki sen/bilinçaltının, Tağuti bir bilinçaltı olması gerekir. Bu da Rabbi ile olan ahdini (Ezeli misak) reddetmekle gerçekleşir. Diğer bir gerçek de şudur: Tağuti bilinçaltı, ölü bir yapıdır; yani kendisine yaşamı/canlılığı sağlayan utancın/hayanın kaybedilmesidir. Bu ölmüş bilinçaltına bu açıdan bakan kişi, orada ölümden başka bir şey görmez.” (Taha Abdurrahman, Dinu’l-Haya. Beyrut. 2017. S. 330). Modern seküler “ölü insan”ın temel niteliklerini soyut akılcılık, tuğyan, ahlaki sınırları aşma olarak tecavüz ve her şeyi temellük olarak niteleyen Abdurrahman, soyut akılcılığa karşı ilahi lütuf tarafından teyit edilmiş bir akılcılık; tuğyana karşı tevazu, tecavüze karşı haddini-hududunu bilme ve temellüke karşı her şeyin ilahi bir “emanet” olduğunu, insanın kurtuluşunun ahlaki şartları olarak görür (Abdurrahman, a.g.e., s. 245-247).

Kur’an açısından kötülüğün kaynağı: “Allah’ı unuttuğu için, Allah’ın da, insana kendi kendini unutturmasıdır” (59/19). Böyle olan: “Kafirler, Tağut Yolunda (Güç İstenci) savaşırlar” (4/76). Yahudi-Hristiyan ve Müslümanlara gelince; onların bugünkü durumu şöyledir: “İman edenlerin, Allah’ı hatırlamaktan ve kendilerine indirilen hakikatten dolayı kalplerinin ürperme zamanı hâlâ gelmedi mi? Daha önceleri kendilerine kitap verilip de, aradan uzun zaman geçince, kalpleri katılaşanlar olmasınlar. Onların çoğu, yoldan çıkmış kimselerdir” (57/16). Ne kitapsızlar (6/91), ne de kitaplıların çoğu, Tanrı’yı (Hakk) gereği gibi takdir edip; onunla canlı bir iman ilişkisine giremediler. Çözüm, Kalbin/Ruhun ürünü ve dinamosu olan (itikat değil) imandır: “İnnema yetezekkeru ulu’l-elbab” (13/19, 38/29,39/9…).

Türkiye’den Manzaralar

Türkiye’nin, çağın ruhundan masum ve müstesna kalması düşünülemez. İnsanın kalbini/ruhunu (vicdan) diriltme çabası olan (“li yunzire men kâne hayyyen”36/70) İslam, anakronik kavram-kurum ve kalıpların içinde donmuş, ölü alışkanlıklar ve kör taklitler olarak can çekişiyor. Cahiller, bu imge ile kendilerini kandırıyor iken; zayıf müminler, küçük günah işlememeye gayret ediyor; kurnazlar ise başkalarını kandırarak kendilerine çıkar ve itibar devşiriyorlar. Çağın ruhu “Haz ve Hız”ın semptomları olan narsisizm, hukuksuzluk, rüşvet, yolsuzluk, çeteleşme/mafyalaşma, sokak cinayetleri, ulusal felaketler/facialar… artıyor.

Sonuç

Sözü, popüler müziğin dolaşıma soktuğu Mustafa Sandal’ın bir şarkısındaki dizelerle bitirmek istiyorum: “Onun arabası var; güzel mi güzel / Şoförü de var; özel mi özel / Bastı mı gaza, gider mi gider / Ama, maalesef Ruh’u yok; onun için de, hiçbir şansı yok.” Ya da bir Anadolu ezgisinde dendiği gibi: “İnsanı, insandan ayırıyorlar / Bu senden, bu benden; kayırıyorlar / Dört kitap, ne diyor? Anlamıyorlar / Yetiş, ya Muhammed; yetiş, ya Ali.”

Hayvanlar ve Şeytanlar Dinleyemez

Sözü dinleyip de, onun en güzeline uyanlar varya; işte onlar, Allah’ın hidayete erdirdiği kimselerdir ve İşte onlar, vicdani özü olanlardır.(39/18)

İnsanda iki kulak ve bir ağzın olması, dinlemenin konuşmadan önceliğini ve iki dinleyip, bir konuşmayı ima eder (Anam, öyle derdi). “Söz, gümüş ise; sükut (dinleme), altındır.” sözü de, aynı gerçeğe işaret eder. İnsan –ve de Müslüman- olmanın ön koşulu, dinlemektir. Erdem olan dinleme, duymak istediğini dinlemek değildir; duymak istemediğini, dinleyebilmektir. Çünkü duymak istediğin şey ön-yargılarını, çıkarını, ezberini, alışkanlığını, konforunu, arzularını pekiştiren şeydir. Duymak istemediğin şey ise,- genellikle vicdanın sesi olarak- bunlara karşı olan şeydir. Karşıdakini/muhatabını dinleyebilmek, en temel erdemlerden biridir. Dinlemeden, sürekli dırdır etmek, gevezelik yapmak, marifet değildir.

Varlığı-oluşu, olup-biteni, olayları-olguları, insanlık durumlarını gözleyerek, düşünerek anlamak, idrâk etmek, ibret almak, birinci vazifemiz ise; insanları, muhataplarımızı, etrafımızdakileri dinleyerek anlamak, ikinci ahlaki vazifemizdir. Atalarımız ne güzel demiş: Dinleyene, sivrisinek saz; dinlemeyene, davul-zurna bile azdır.”
Türkiye toplumu, son yıllarda giderek dinleme kapasitesini kaybetmiş; “Körler, sağırlar; birbirini ağırlar” deyiminin ima ettiği gibi, duymak istediğini dinleyen “Yankı odaları” oluşmuş; iletişim ortamı “Yer, demir; gök, bakır” dönüşmüştür. Başat aktivite haline gelen Siyaset konuşmanın, dırdırın, gevezeliğin sembolü haline gelirken; dinlemenin toplumsal formasyonları olan ahlak, hukuk ve adab-ı muaşeret alabildiğine gerilemiştir. Kartlaşmış seküler-muhafazakâr ideolojik kesimler ve ideologları, mezhepler-tarikatlar-cemaatler, ekonomik sınıfların birbirini dinlemeye, hatta görmeye büyük oranda tahammülleri yoktur. Ülkemiz söz dinlemeyen, burnunun doğrultusunda giden, burnu havada, bilmediğini bilmeyen (cehl-i mürekkeb), bildiğini sanan boru-düdük insanlarla dolu.

Çağımızın en büyük afetlerinden biri de “Gözün Egemenliği” dir. İnsanların kalbi ve kulağı değerden düşürülerek salt “Gözde” ve “Göz-önünde” olmaya teşvik edilmektedirler. İnternet, telefon ve sosyal medya aracılığı ile her şey göze sokularak, şeffaflaştırılarak ayan-beyan ortaya dökülmüştür. Teşhircilik, birinci doğamız haline gelmiştir. Mahremiyetin kıymeti kalmadığı gibi; dinleme ve düşünme de, alabildiğine gerilemiştir.
Dinleyememenin, iki temel nedeni vardır: Birincisi, içgüdü-cehalet yani hayvanlık eğilimi; İkincisi ise, istiğna/istikbâr/narsizm yani şeytanlık eğilimi. Kur’an’da “hayvanlaşma” ve “şeytanlaşma”, insanların ahlaki tutum, tavır ve davranış tarzları olarak eleştirilir (7/179,25/44, 6/112,2/14…).

Kur’an, dinlemeye haddinden fazla önem verir. Ahirette cehennemlikler, şöyle derler: “Şayet dinleseydik ve düşünseydik(akletseydik), cehennem ehli olmayacaktık.”(67/10). Allah, müminleri nitelerken: “Onlar, sözü dinleyip en güzeline uyarlar.”(39/18) der. Yine müminlere hitaben şöyle der: “Kur’an okunduğunda, kulak verin ve onu dinleyin ki, merhamet olunasınız.”(7/204). Dinleyemeyenler, kabirdeki ölülere benzetilmiştir: “Sen, kabirde olan ölülere dinletemezsin.”(35/22). Allah, muhatap aldığı toplumu ve her bir bireyi dinlemiştir: “Allah, kocası hakkında seninle tartışan ve kocasını Allah’a şikayet eden kadının sözünü işitmiştir. Allah, sizin tartışmanızı dinliyordu.”(58/1). Kıssaların Kur’an’da anlatılma gerekçesi: “ …uyanık ve duyarlı kulaklar, ondan ibret alsınlar” diyedir (69/12). Allah, 610-632 tarihleri arasında Arap toplumunu dinleyerek (Kalellezine keferu=Kafirler dediler ki… Yekulu’l- münafikun= Münafıklar diyorlar ki…, Kaleti’l-A’rabu=Bedeviler dediler ki…. ) onların sorunlarını çözmeye çalışmıştır. Allah, mutlak kudret sahibi olduğu halde; yaratmış olduğu kullarını anlayıp dinlemeye çalışırken; şeytanlaşmış veya hayvanlaşmış insanlar, bunu yapmıyorlar.
İlk Felsefenin Ontoloji değil, Ahlak felsefesi olması gerektiğini söyleyen ahlak filozofu Emmanuel Levinas’da, “Başkası/Öteki” ni (görme ve dinleme yolu ile) dikkate almanın, “Ben”i kurmanın ve ahlakın özü/temeli olması gerektiğini söyler:” Etik öznellik, ontolojinin (aynının) her şeyi kendine indirgeyen idealleştirici egoizminden kurtulur. Etik “Ben”, tam da “Başkası” önünde diz çöktüğü; kendi özgürlüğünü, Başkasının daha önde gelen çağrısına feda ettiği ölçüde özne (Ben) dir. Bence öznenin özgürlüğü, en yüksek veya ilksel değer değildir. Bizim, beşeri “Başka”ya veya mutlak “Başka” olan Tanrı’ya cevabımızın özgeliği/yad-erkliği, kişisel özgürlüğümüzün özerkliğinden önce gelir. Sorumlu olanın “Ben” olduğunu teslim eder etmez, özgürlüğümün, başkasına karşı bir yükümlülük tarafından öncelendiğini kabul ederim.”(E.Levinas, Sonsuz Tanıklık. Çev:Z.Direk. İst. 2003.s 276.)
Hasılı, hayvansı veya şeytansı bir iğva olan gevezeliği, dırdırı azaltıp, ötekine yaklaşmak, kulak asmak, kulak vermek, kulak kesilmek, -Koyunun, kaval dinlediği gibi değil-; can kulağı ile dinlemek zorundayız. İnsan olmak, böyle bir şeydir.

‘Otoriteyi Tanrılaştırmak’

Mülkiyet ve otorite arasındaki bağ, kesinlikle çok açıktır. İnsan, malik olduğu kadar kuvvet elde eder. Otoritesi arttıkça, kuvveti de artar. Otoritesi azalırsa, kuvveti de azalır. Kuvvet, otoritenin ve iktidarın bir ifadesi iken; durum ne olursa olsun, otorite ve iktidar yönetim için zorunludur. Ne var ki insan, kendisi dışındaki bir varlığın otorite ve iktidarına –bu, Tanrı’nın otoritesi bile olsa- kafa tutmaya başladığında, bu talebi ve arayışı şiddetlenir ve öyle bir düzeye ulaşır ki, cesur bir şekilde daha ileriye atılarak sınırları zorlar. Artık “vasıta” arayışından “gaye” arayışına evrilir. Bu ise, otorite ve iktidarın insanın yönetimi vasıta olarak aradığı bir şey olmaktan çıkar, bizatihi gaye olarak peşine düştüğü bir şeye dönüştürür. … Buna bağlı olarak yönetimde ve siyasi strateji çerçevesinde Tanrı’ya kafa tutma, giderek iktidar ve otorit6e alanında Tanrı’ya kafa tutmaya evrilir. Artık bu durumda iktidar sevgisi, insanın kalbini tamamen kaplar ve bu sevgi onun batınına yani iç dünyasına tamamen yerleşir. Artık insan, Tanrı’ya taptığı gibi iktidara tapmaya başlar. Bunun en iyi göstergelerinden biri, muktedirlerin, (çeşitli teknik, vitamin ve ilaçlarla-İG) ölümü alt etmeye çalışmalarıdır. İktidar, onun peşine düşenin kalbinde muhteşem bir olgu olarak Tanrı gibi tapınılan bir şeye dönüştüğünde seküler ahlak yanlılarının, (ve de Tanrı-Din adına yönettiğini iddia edenlerin-İG)otorite ve iktidar arayışına olan çağrısının, Tanrı’nın otoritesine ve iktidarına başkaldırı ve kafa tutma olarak ortaya çıktığı söylenmelidir…. Özetle, laik ahlak, insanı, buyruk ve otorite sahibi Tanrı’ya “kul” olmaktan uzaklaştırır uzaklaştırmaz, onu kendi iradesine göre karar veren kahredici (Kahhar) egemen bir yeni iktidarı tanrılaştırma tuzağına çoktan iter.”(Taha Abdurrahman, Seküler Ahlakın Sefaleti. Çev: Soner Gündüzöz. İst.2023. s 134-137

“(Karizmacı/Saltanatçı/Siyasal İslamcılardan ayrı olarak) “Arınmaya yönelmiş dindarlar”, insanların kamu yararına uymak, topluma hizmet etmek, vatani görevlerini yerine getirmek, toplumu yeniden inşa etmek, tarihe mal olmak, değişim vasıtalarını harekete geçirmek,, tarih yapmak ve insanlığın tecrübelerini harekete geçirmek…gibi cafcaflı sözler ile içlerinde sakladıkları iktidar sevgisinin, onların kalplerini bütünü ile ele geçirdiğini fark etmişlerdir. Bu gerçek niyeti kamufle eden kurnazlığın en iyi kanıtı, yönetim sorumluluğunu üstlenmeye talip kişilerin, çok geçmeden başkalarının gözünün yaşına bakmadan, onlara parmak sallaması ve sonu gelmeyen türlü çekişmelere girmeleridir. İktidar hırsı içinde yanıp tutuşan muktedirleri bütün bunlara yönelten şey, nefislerine çöreklenen ve herşeyi ele geçirmeye çalışan egemenlik şehvetidir. Elbette onlar, bu egemenlik şehvetinin, bütün davranışlarını içine alacak şekilde her şeyi kontrolü altına aldığının farkında bile değillerdir. Hatta onlar, bu gerçeği bazen tamamen inkâr edebilirler. Bu konudaki durumları, ağır hastanın, tedaviye karşı çıkmasına benzemektedir. Aslına bakılırsa, bu tür bir sorumluluğun, görevleri yerine getirmeye yönelik bir yarıştan çok, iktidarı ele geçirmeye yönelik bir tutum olduğunu, aklı başında hiç kimse inkâr edemez. Bundan dolayı, arınmaya gönül verenler, sorumluluk kılıfı altında iktidarı ele geçirmeye yönelik bu vahim başkaldırıya karşı şiddetli bir nefret beslerler. Buna mukabil onlar, meşakkatli olduğundan, maslahat ve menfaatlere ulaşmaya imkân vermediğinden ya da gözle görülür riskleri nedeniyle, çok fazla itibar edilmeyen sorumlulukları alma konusunda yarış halindedirler. İktidarı ele geçirmeye yönelten motivasyon, aslında gizli bir patolojik durumdur. Kişinin başkası üzerine tasallut kurmadan önce, anasından emdiğini burnundan getiren bu amansız hastalıktan kurtulması gerekmez mi?”(T.Abdurrahman, a. g.e. s269-27o)

*- Bu yazı, yakınlarda Türkiye’yi ziyaret edip seri konferanslar veren ve Faslı düşünür -ahlak ile din ve ahlak ile siyaset arasında ayrım yapmayı kategorik olarak reddeden- Taha Abdurrahman’ın “Seküler Ahlakın Sefaleti” adlı kitabından iktibas edilmiştir.

Artan ‘Facia/felaket’ler ve Yönetim ‘zaafı’

Facia” ve “Felaket” kavramları, Faillerini gizleyip “Fail-i Meçhul” e dönüştüren, sorumluluktan kaçmayı doğuran maske kavramlardır. Son yıllarda Türkiye’de artan felaket ve facialarda da durum böyledir. Örneğin: 13 Mayıs 2014’te meydana gelen Soma Maden ocağı faciasında 301 kişi, 8 Temmuz 2018 Çorlu tren kazası faciasında 25 kişi, 2019-2024 arasında faaliyet gösteren “Yeni Doğanlar Çetesi” faciasında en az 10 çocuk, 21 Ocak 2025 Kartalkaya Otel yangını faciasında 78 kişi öldü. 7 Temmuz 2025 mağara metan gazı faciasında 12 Askerimiz şehit oldu. Bu felaket ve facialara ek olarak, son yıllardaki orman yangınları felaketlerine ve 7 Şubat Kahramanmaraş depreminde bina denetimsizlikleri ve kurtarma faaliyetlerine anında etkin müdahale edilememesi sonucu ölü sayısının artması….

Bu felaket ve facialarda yönetim zaafı iki şekilde ortaya çıkmaktadır.

  1. Görevlilerdeki ehliyet/liyakat eksikliği;
  2. Faillerin ortaya çıkarılması ve etkin olarak cezalandırılmasındaki eksiklik.

Facia ve felaketlerde sorumluluk, genellikle “müşterek ve müteselsil”dir. Ciddi bir tahkikat yapılamadığı sürece tüm sorumlular hakkıyla ortaya çıkarılamaz. Bir veya iki tane “Günah Keçisi” bulunup sorumluluk onların üzerine atılır. Facia ve felaketlerden sonra yetkililer medyaya çıkıp: “Ucu kime dokunursa dokunsun, sorumlular bulunacaktır.” veya “Kimsenin gözünün yaşına bakılmayacak” yollu beyanatlar verir. Ama, kazın ayağı öyle değildir. İşleyen ilkeler: “Kol kırılır, yen içinde kalır.” veya “Kan kusup, kızılcık şerbeti içtim” denilir. Amaç, “zülf-i yâre dokunmamak”tır. Çünkü söylediklerini yaptıkları takdirde, oy kaybedeceklerini düşünüyorlar.

Oysa Kur’an, bu konularda gayet açık ilkeler koymuştur. İş/sorumluluk vermede asıl olan ehliyettir: “Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor.” (4/58). “Ey iman edenler, kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınız aleyhine dahi olsa, Allah için şahitlik yaparak adaleti ayakta tutan kimseler olun. Davalılar, zengin veya fakir de olsa, tarafgirlik yapmayın; çünkü Allah, onlara sizden daha yakındır. Dolayısıyla, adaleti yerine getirmede arzularınıza uymayın; eğer gerçeği çarpıtırsanız veya adaleti yerine getirmeden cayarsanız, Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (4/135). Dikkat edilirse, bu mevzularda “Biz ve “Öteki” ayrımı ehliyet ve adalet üzerinden kurulmaktadır; inanç, akraba, zengin-fakirlik üzerinden değil.

Türkiye’de siyaset kimlik üzerinden yapıldığı için, “Biz” ve “Öteki”yi büyük ölçüde etnik köken, inanç-mezhep ve dogmatik ideoloji (çağdaş-dindar) belirliyor. İktidarda da muhalefette de “Kimlik Siyaseti” işliyor. Bu durumda “Ehliyet ve Adalet” neredeyse sıfıra müncer oluyor.
Facia ve felaket anında iş başında olanlar:

  1. Ehliyetsiz/liyakatsiz (cehalet),
  2. İhmalkâr,
  3. Üstleri/amirleri tarafından titizlikle denetlenmedikleri için, bu suçlar “müşterek ve müteselsil” sorumluluk/faillik olarak siyasi bürokrasiye ve iktidara kadar uzanır. Çünkü işler, memuriyetler, sorumluluklar, genellikle “Bizden”liğe göre dağıtılıyor.

Diğer taraftan, yargılamaların:

  1. Uzun sürmesi,
  2. Gerçek/Hakiki faillerin ortaya çıkarılamaması,
  3. Verilen cezaların yetersizliği, felaketlerin/faciaların sürmesini ve maşeri vicdanın yaralanmasını doğuruyor.

Örnek olarak Kartalkaya otel yangınında ortaya çıkan durum ibret vericidir.

  1. İşletmenin güvenli bir şekilde hizmetine devam etmesi için gerekli olan sorumlulukların kesin olarak tanımlanıp tevzi edilmemesi;
  2. Denetlemelerin yapılmaması veya ihmal edilmesi, “müşterek ve müteselsil faillik/sorumluluk” olarak bütün bürokrasiyi ve burayı da geçerek siyasal iktidara kadar (Turizm Bakanlığı) uzanır. Bu facia/felaket, ülkemiz ve milletimiz adına utanç verici bir hadisedir. Benzer durumu, diğer facialara-felaketlere de teşmil etmek mümkündür.

Sonuç olarak, medeni bir toplum kurmak istiyorsak, vatandaşlar arasında “Biz ve Öteki”nin ayırım kriteri “Ehliyet ve Adalet” olmadığı müddetçe, bu tür felaket ve facialar devam eder gider. Rahmetli anamdan kulağımda kalan bir “Mani”nin dörtlüğü şöyledir: “Dağlar evvelki gibi/Bağlar evvelki gibi/Ne olursa, ölene olur/Sağlar evvelki gibi.” Anasını sattığım memleketimde hiçbir şey değişmeyecek mi? “Dindar” olduğunu söyleyen yöneticilerimiz, neden dönüp, Allah’ın “ne” dediğine kulak asmazlar?

İki Siyaset Tarzı: Kurum-Kural veya Kişi-Karizma

Kurum-Kural Siyaseti

Kur’an, siyasi işlerin (Emr) içerde “Şura”(42/38); dışarda ise Sözleşme-Anlaşma (Ahit) ile (16/91,2/177) çözülmesini önermiş; Hz. Muhammed de bunu hayatında arkadaşları ile istişare (3/159) ve dışarda ise “Medine Sözleşmesi” ve diğer kabileler ile yaptığı ahitleşmeler ile uyguladığı halde; onun ölümünden sonra siyaset, kabile karizması (Kureyş) ve askerî bir kavram ile (Emire’l-Müminin) devam ettirilmiştir. Fazla zaman geçmeden buna bir de dinsel karizma (Hilafet) eklenmiştir. Hasılı, Kur’an’ın siyaset önerisi/tarzı rafa kaldırılmıştır. Kur’an’da siyaseti belirleyen temel, Alman düşünür Carl Schmit’in siyasetin temel modu olarak belirlediği “Dost-Düşman” ayrımı, ahlak üzerinden “Adalet ve Zulüm” çelişkisine bağlanmıştır (2/193,60/7-8). Dostluğu ve düşmanlığı belirleyen nitelik, etnik köken (kabile) dil, din/inanç ve çıkar birlikteliği değildir. Muaviye isyanı ile birlikte, bu kriter değişmiş; siyasetin raconu, büyük ölçüde güç/zor/savaş, kabile ve çıkar üzerine oturmuştur. Emevilerde ve Abbasilerde siyaset, Kabile/Kılan/Hanedanlık ve din (Hilafet/Zıllullah) karizması üzerine oturmuş; iktidar, halkın rızasını arama (şura) yerine; halkı zorla itaate (biat) zorlamıştır. Müslümanlar, kendilerini kimin yöneteceğini; hangi gerekçe ile yöneteceğini; yöneticinin nasıl tayin edileceğini; ne kadar süre ile yöneteceğini ve hangi yetkilerle donatılmış olacağını tayin edemediler. Bu anayasal (hukuki-ahlaki) boşluklar, 1.400 sene boyunca sürmüştür.

Kur’an’da Allah’ın kendisi de, insanlarla ilişkisini -Eş’arilerin sandığı gibi- : “Allah’dır; ne yaparsa yeridir” tazında –adetâ/haşa-  kaprisli bir “Kadir-i Mutlak, Alim-i Mutlak ve Mürid-i Mutlak”  imgesi/tasavvuru ile değil; kendini ahlaki isim-sıfatlar (Esmau’l-Hüsna) ile kayıt altına alarak (Sünnetullah/48/23, Kelime/10/19, Kitap/78/39) ve insanların özgür iradeleri ile bir sözleşme (misak) yaparak kurmuştur (7/172). Eş’arilerin ileri sürdüğü gibi, “Teklif-i Ma-la-yutak= insana güç yetiremeyeceği şeylerin teklif edilmesi” caiz değildir. Mutezile, bu görüşü reddetmiştir: “Allah, insanlara güç yetiremeyeceği şeyleri teklif etmez” (6/142). “Allah, hükmedenlerin en dürüst/doğru hükmedenidir” (95/8). Eş’arilerin, Allah’ın insana güç yetiremeyeceği şeyleri teklif edebileceğini de caiz gördükleri bilinmektedir. Allah, Kur’an’da insanların birbirleri ile olan -siyaset dahil- tüm ilişkilerini de ahlaki kurallara (“Hududullah”) bağlamasını istemiştir. Fakihlerin, “Had” kavramını, “Hikmetinden sual olunmaz” mutlak iradeye bağlamaları yanlıştır. (Fazlurrahman, The Concept of “Hadd” in Islamic Law. Islamic Studies. Vol:IV, September. 1965. No:3. S.37-251).

Siyaset tarihinde (Yunan’da ve Yemen’de) ortaya çıkan “Demokrasi” teorisi, siyaseti halkı işin içine katarak kurumsal, kurallı/hukuki (Anayasal) olarak çözme teşebbüsüdür. Bu bağlamda daha sonra Avrupa’da ortaya çıkan “Yasama-Yürütme ve Yargı” erklerini birbirinden kurumsal olarak ayırma teşebbüsü/teorisi de (“Kuvvetler Ayırımı”), yine toplumsal huzur, barış ve adalet motivasyonuna bağlıdır.

Güç istencini, doğrudan eylemi ve barbarlığı (“Sarışın Canavarlar”) “İyi Vicdan”ın nitelikleri olarak kodlayan Nietzsche, demokrasiye “Seküler sofuluk” dese de (Özgür Taburoğlu, Vicdan, Ankara. 2019. S.25 vd.); siyasette güç istencini/zoru değil; ehliyeti/liyakati, özgür iradeyi, onuru, oydaşmayı, barışı, uzlaşmayı, “kim”in dediğini değil; “ne” dendiğini önemseyen demokrasi, insanlığın lehinedir. Şura önerisinde de, aynı unsurlar mevcuttur. Kurum ve kural, ortak aklın konsensüsü olduğu için, yanlış-zarar doğurma ihtimali daha azdır ve telafisi-tashihi mümkün ve kolaydır. Kişi kültü ve karizma siyasetinde bunlar yoktur. Kurum ve kural siyasetinin “Hukuk/Adalet” doğurması, kuvvetle muhtemeldir. Çünkü aynı genetikten gelir. Oysa kişi/karizma siyasetinin, doğası/genetiği gereği zorbalık ve zulüm doğurması, daha muhtemeldir. “Bilge Kral/Kişi/Karizma”, binde birdir. (Anuşirvan, Hz. Ömer, Harun-i Reşid, Çiçero, Aliya İzzetbegoviç…)

Kişi Kültü-Karizma Siyaseti

Siyasette kişi kültünün veya karizmanın önemsenmesinin çeşitli ahlaki-psikolojik saikleri mevcuttur. Kişinin kendisi açısından muhtemel saikler güç istenci/istiğna, tağutluk, kutsiyet ve kendini feda etme duyguları ayrı ayrı veya birlikte olabilir. Tercih edenler (halk) açısından ise çıkar, zayıflık, korku ve kölelik bilinci olabilir: “Firavun, kavmini ezdi; onlar da, kendisine itaat ettiler. Çünkü onlar, yoldan çıkmış bir toplumdu” (43/54).

Karizmanın/kralın “çıplak” olduğunu görebilmek için, bir çocuk saflığında olmak gerekir. Keloğlan saflığında: “Lan haşmetlüm, bu yaptığın, boktan bir iş” deme cesaretini kimse gösteremez. Karizmayı kızdırmamak için kötü bir sofuluk hüküm sürer. Bu durum, zorunlu bir münafıklık ortamı yaratır: “Padişahım, çok yaşa!” Bu durumda ne söylendiği veya ne yapıldığı önemli değildir; kimin söylediği ve kimin yaptığı önemlidir. Karizmanın etrafında çıkar içgüdüsüne bağlı münafık bir “Biz” oluşur. Karizmadan (Kişi/Tek) yetki/güç alan herkes, kendi altına doğru -kendi çapında- putlaşır. “Biz”i oluşturan maya, dostluk değil; yalakalıktır.

Max Weber’in  geliştirdiği “Karizma “ teorisine, Freud’un geliştirdiği “Bilinç-altı” teorisini kullanarak Erich Fromm, şöyle bir psikanaliz yapar: “Daha başka bir örnek olarak savaşçı bir politika izleyen ‘Lider’ üzerinde durulabilir: Böyle bir lider, güttüğü politikanın ve aldığı kararların temelinde vatanseverlik duygusu ve yurduna hizmet sorumluluğu gibi yüce ülkülerin yattığına samimiyetle inanmasına karşılık; gerçekte, kendine onur sağlamak için böyle yapıyor olabilir” (Erich Fromm, Çağımızın Özgürlük Sorunlar. Çev. Bozkurt Güvenç.İst. 1973. S.111).

Sonuç

Türkiye toplumu rüştüne erip kurum ve kural ile siyaset yapma yeteneğine henüz yeterince sahip değildir. Demokrasi, salt oy verme/sandık (kral seçme) değil; sahaya/sokağa/meydana inme, elini taşın altına sokma, sorumluluk üstlenme, kurum ve kurallar rejimidir. Halkımız, sürekli -dinî veya seküler- “Tek-Adam”, “Lider”, “Karizma” arayışındadır. Hz. Muhammed: “Siz, nasıl iseniz; öyle yönetilirsiniz” demiş. Ayet de diyor ki: Siz, kendinizde olan (ahlaki) durumu değiştirmedikçe; Allah, size yardımcı olmaz” (13/11).

“Kadiri Akaid”i ve Meal-Tefsir Toplatma Yasası

1- KADİRİ AKAİDİ

Diğer Abbasi Halifeleri gibi (zıllullah) Kendini Teokratik bir şekilde Allah’a nispet eden: “Kadirbillah”, 991-1031 yılları arasında halifelik yapmıştır. Mısır’daki Fatımî ve İran’daki Büveyhi Şii iktidarlarına ve Abbasilerdeki Şii-Batını ve Mutezili inançlarına karşı mücadele vermiş birisidir. Kendi adına devletin “Resmî İdeolojisi” olarak bir Sünni Akide metni (“Akaid-i Kadiri”) oluşturmuş, bu metni hutbelerde ve Divan’da okutmuş; bütün ulemayı bu metni kabul etmeye zorlamıştır. Mutezili alimleri tövbe etmeye zorlamış; onlardan yazılı belge almış; muhalefet edenleri de, cezalandırmıştır (Tenkil-Ukubat). Metnin bir cümlesi şöyledir:”Men kale: “İnnehu (Kur’an) mahlukun ala halin minelahval”, fehuva kafirun, helalu’d-demi=Kim, Kur’an’ın diğer mahlukat gibi, “mahluk” olduğunu söylerse; o, kafirdir ve kanı helaldir(öldürülür).”(Abdulaziz Muhammed, I’tikadu’l-Kadiri. “Mecelletu Camiatu Ummu’l-Kura. Cilt18.sayı:39. 2006. s 247.)

Ortaçağlardaki Kilise yönetimi ile Abbasilerin “Sünni” ve Fatımilerin-Büveyhilerin “Şii” yönetimleri, “Teokrasi” olmaları bakımından aynıdır. Yöneticiler, kendilerini Tanrı’ya/Allah’a nispet ettikleri gibi; yönetimlerini de mutlak/kutsal dini hakikat olarak görüyorlardı. Oysa, “Allah katındaki din olan islam”(3/19) ve “Easaslı din (dinu’l-kayyime)”(98/5), hiçbir fani tarafından “temsil” edilemeyecek ve “takva” ile tetikte ve teyakkuzda sürekli aranacak doğru iman ve salih ameldir.

Muhalif olanları cezalandırma(Tenkil-Ukubat) açısından Kilisenin, Müslüman yönetimlerden daha katı olduğu bilinmektedir. Yine de, İslam tarihçisi Prof.Dr. Mehmet Azimli’nin editörlüğünde yayınlanan: “Müslümanların Engizisyonu-1”(Ankara-2019), “Müslümanların Engizisyonu-2”(Ankara-2020), “Müslümanların Engizisyonu-3”(Ankara-2021), “Müslümanların Engizisyonu-4”(Ankara-2022) kitaplarında ortaya konan manzara, hiç de iç açıcı değildir.

Kur’an açısından meseleye (fikir beyan etme) bakacak olursak, “Dinde zorlama yoktur”(2/256) ve Gayri Müslimleri: “Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğüt ile çağır ve onlarla en güzel bir şekilde mücadele et.”(16/125) ilkeleri, gayet sarihtir. O halede, Müslüman olmayanlar ile ilişki böyle iken; Müslümanların kendi içlerindeki fikir ihtilaflarını, yasaklama ve cezalandırma mevzusu yapmak, bağnazlık, yobazlık ve cehalet ürünüdür.

2- MEAL-TEFSİR TOPLATMA YASASI

Hükumetin, Diyanet teşkilatına bağlı “Din İşleri Yüksek Kurulu”na Türkiye’de Türkçe yayınlanan Meal ve Tefsirleri “İslam Dininin Temel Kuralları Açısından” inceleyerek “doğru” bulmadıklarını toplatma yetkisinin verilmesi, bahsetmiş olduğumuz “Kadiri Akaidi”ni andıran bir uygulamadır. Aynı teşkilata bağlı “Mushafları İnceleme Kurulu” meşrudur. Arapça metnin (Mushafın) tahrif edilmemesi için gerekli dikkat gösterilmelidir. Ancak, “İslam Dinin Temel Kuralları” ifadesi, bilimsel açıdan “teolojik-mezhebi” bir ifade olup muğlaktır. Türkiye bağlamında “Sünnilik”e tekabül eder. Aslında ona da tekabül etmez; orada da ciddi su götürür. Bu kurul, şunu yapabilir: Bilimsel açıdan yani dil bilim, Arapça gramer kuralları, Belağat, Sentaks, Semantik, Sözlük…bağlamında yayınlanan Meal ve Tefsirleri inceleyip “yanlış”ları tespit ederek kamuoyuna duyurur. Aynı işi, İlahiyat Fakültelerindeki “Tefsir” Anabilim dalındaki akademisyenler de, bireysel olarak veya toplu halde yapabilirler.

Tahrif, kusal kitapların başına gelen bir olgudur. Allah, Yahudileri, müslümanlara şikâyet etmiştir: “Yahudiler, ayetleri çarpıtıyorlar, sözleri asıl bağlamlarından (mevadiihi) koparıp: “İşittik, ama karşı çıkıyoruz” veya” Dinleyin, ama kulak asmayın” derler.”(4/46 ve 5/41, 2/75). “Dinlerini param parça ettiler; her mezhep de kendi itikadından memnundur.”(23/53). “Te’vil” yolu ile tahrif etme, en yaygın başvurulan tahrif yöntemidir. Bundan dolayı Allah, Kur’an’da “Ğayb” aleminden(Allah, Ahiret, Melekler, Cin, Şeytan) “teşbih” yolu ile müminlere verdiği bilgileri “te’vil” etmemelerini istemiştir(3/7). Ancak, Taberi’nin, erken dönem kuşaklarının yorumlarını derleyen ve Zemahşeri’nin Arap dilinin belağat kurallarını gözeten “Tefsir” lerinin dışındaki Tefsirler (“Rey Tefsiri”), ciddi düzeyde “te’vil” yolu ile “tahrif” içermektedir. Düpedüz yanlış anlama veya tahrif iğvası, insanlara “Te’vil” veya “Anlam zenginliği” diye yutturulmuştur. Dindar bilincin, Tanrı’nın gözüne girmek için böyle bir köpürtme yanılsaması vardır. Oysa, erken dönem uleması, Kur’an’daki “Mecazlar” üzerine ciddi bilimsel çalışmalar yapmışlardır. Türkiye’de Bilimsel-Hernenötik bir yorum teorisi olan “Tarihselcilik”i benimseyenleri, “Kur’an’ı tarihe gömüyorlar” diye iftirada bulunan ve itham edenler, utanmadan “Te’vil” yolu ile onu kılları kıpırdamadan, gözlerini kırpmadan tahrif ederek Allah’a iftira etmekte hiçbir beis görmüyorlar. Kendilerine sorsan: ”orijinal/yeni anlam keşfettiklerini” söylerler.

3- SONUÇ

Hükumetin aldığı karar yanlıştır. Düşünce özgürlüğüne ve dine vurulmuş bir darbedir. Tahrif ile mücadele etmenin yolu, bilimsel kurallara bağlı akademik çalışmalar ile tahrifatı kamuoyuna teşhir etmektir. Ciddi ve kaliteli ürünlerin olduğu fikir pazarında tağşiş/tahrif edilmiş fikirler alıcı bulmaz. Alanlar varsa da, ona yapılacak bir şey yoktur.