Siyaset-Hukuk-Mafya İlişkisi

Siyaset

Siyaset, bir toplumun güvenliğini sağlama, haklı çıkarlarını/gelir dağılımı formatı ve toplumsal adaleti deruhte etme/fırsat eşitliği formatı oluşturma faaliyetidir. Bu tanımlama ile de ahlaki bir sorumluluktur. Bu hedefler yerine, zümrevi veya kişisel tahakküm/güç istenci, çıkar peşinde koşmak ve bu uğurda kurnazlık, ikiyüzlülük, kandırma, kumpas olarak da, ahlaksızlıktır. Devlet, toplumun gönüllü-iradi bir “Toplum Sözleşmesi (Hukuk)” üzerine kurulmuş ise meşrudur. Bir zümrenin veya ailenin güç kullanması üzerine kurulmuş ise meşruiyeti sorunludur; bir nevi korsanlıktır. Bu bağlamda “İmparatorlukları, korsanlar kurmuştur” mottosu genellikle doğrudur. Akdeniz’de yakalanıp Roma imparatorunun huzuruna çıkarılan korsanın krala söylediği, “Seni ‘imparator’, beni de ‘korsan’ yapan, aslında filikalarımızın sayısıdır” sözü de doğrudur. Korsanı “korsan” yapan da hukuksuzluk ve zor kullanmadır. Hegel’in “köle-efendi” diyalektiğini tanımlamak için dediği, “Çatışmada yaralanmayı ve ölümü göze alan, ‘efendi’; bunu göze alamayan ise, “köle” olur” sözü de aynı bağlamda doğrudur.

İnsanlığın başından beri temel meselesi, barış içinde birlikte yaşayabileceği toplumsal bir formasyon oluşturma çabası olmuştur. Tanrı da gönderdiği peygamberler aracılığıyla insanlığın bu çabasına destek olmaya çalışmıştır: “Ey müminler, hepiniz birlikte barışa/güvenliğe girin; şeytanın adımlarına uymayın, çünkü o, sizin apaçık bir düşmanınızdır.” (2/208). “Sulh/barış/uzlaşma daha hayırlıdır. İnsan doğası ise, kıskançlığa ve bencil tutkulara daha meyyaldir.” (2/128).

İslam tarihinde, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra, “Dört Halife” dönemi, dini-ahlaki hamiyetten doğan, “Anayasal boşluklarına” rağmen erken bir “Toplum Sözleşmesi (Akit-Şura-Biat)” arama çabasıdır. Muaviye ile başlayan Emevî İmparatorluğu ise, -metaforik anlamıyla- bir korsanlık hadisesidir. Ondan sonraki bütün kabile-aile yönetimleri de aynıdır. Korsanlık (Kabile-Aile) ile kurulan imparatorluk, daha sonra yönetim tarzına/tutumuna göre bir toplum rızası, memnuniyet, gönüllü (hukuki değil) meşruiyet yaratabilir. Nitekim, Müslüman toplumların tarihinde genellikle -İslam sayesinde- böyle olmuştur. Türk İmparatorluklarında da devleti boylar, beyler, aileler kurmuştur: “…Oğulları”, “…Beyliği”, “….İmparatorluğu”

Siyasete “çoban-sürü ilişkisi” ilkesinin egemen olduğu “Doğu” toplumlarında siyaset, “çobanlık” olarak topluma karşı sorumluluğu (kurtlardan koruma/güvenlik) ifade ettiği gibi, çoban (siyasetçi) aynı zamanda sürüyü sağar, onu (yününü almak için) kırkar, kuzusunu alır ve ihtiyaç duyduğunda da bazılarını boğazlayabilir. Bu tutum, “Doğu despotizmi” olarak da isimlendirilir. Arapça anlamında siyaset, “Seyislik”, yani at bakıcılığı ve terbiyeciliği demektir. Bu tanımda da, halk/ahali kendini yönetmeye ehil-reşit ve sorumlu insan topluluğu olarak değil, at sürüsüne benzetilmiştir. “Deha” kavramı da Türkçede ve Batı dillerinde bilim, sanat, felsefe alanlarında “yaratıcı zekâ” anlamına gelirken Arapçada “siyasi kurnaz” anlamına gelir. “Duhatu’l-Arap” kavramı, dört büyük Emevi siyasetçisini niteler: Muaviye b. Ebu Sufyan, Amr b. Âs, Muğire b. Şube, Ziyad b. Ebihi.

Batı’da, Roma İmparatorluğu döneminde “Senato”, kralın bazı yetkilerini sınırlandırdığı gibi 1215’te İngiltere’de lordlar/derebeyleri, krala karşı ilan edilen “Magna Carta (Büyük Sözleşme)” ile birtakım haklarını garantiye almış ve kralın yetkilerini sınırlandırmıştır. 1789’da ise, burjuva sınıfının önderliğinde gerçekleştirilen Fransız Devrimi’yle krallık ve ortağı kilise yıkılmış ve cumhuriyet kurulmuştur. Bu süreç, zamanla devleti, daha doğrusu siyaseti, “anayasa” ile hukuki çerçeve içine almayı (sınırlamayı) doğurmuştur: Demokrasi, laiklik, kuvvetler ayrılığı, insan hakları, hukuk devleti… kavramlarının doğuş süreci, özetle böyledir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun klasik döneminde “Kanunname”ler, 18. yüzyıldan sonra da Tanzimat ve Meşrutiyet ile birlikte oluşturulan Kanun-i Esasi ve Meclis-i Mebusan ile Batı etkisinin sonuçlarını hissetmeye başlamıştık. İmparatorluk yıkıldıktan sonra “devrim” ile (zorla) kurulan cumhuriyet, zamanla Batı’nın devlet ve siyaset kurumlarını taklit etmeye çalıştı: Laiklik, Anayasa, Parlamento, Demokrasi…

Toplum olarak biz dini “kitabına uydurma”, hukuku, “hile-i şeriyye”; siyaseti ise, “ilm-i siyaset” ve “Takiyye” ile içini boşaltma, iğdiş etme, çürütme genetiğine sahibiz. Batı’dan aldığımız cumhuriyet, demokrasi, laiklik, hukuk, anayasa… kavramlarına karşı tavrımız da da -üç aşağı, beş yukarı- böyle olmuştur. Siyaseti, başta birinci (ahlaki) anlamında değil genellikle ikinci (ahlaksızlık) anlamında icra ediyoruz. Türkçede “siyaset” deyince hemen herkesin aklına yalan-dolan/dümen, kandırma-kumpas ve ikiyüzlülüğün geliyor olması bunun ispatıdır.

Hukuk

Hukuk, “Bireyin meşru savunma hakkının kolektif organizasyonudur… Kişilik, özgürlük ve mülkiyet haklarını korumak ve adaletin hepimize hükmetmesini sağlamaktır.” (Frederic Bastiat, Hukuk, çev: Y. Arsan-A. Yayla. Ank. 2017. S. 14-15). Müslüman toplumlarda, (yazılı hukuk yerine sözlü “fetva”lar ile idare edildikleri için) “yazılı yasaya (hukuk)” sadakat yerine onun etrafını dönme veya görmezlikten gelme (hile-i şeriyye) daha yaygındır. Hukuk, doğası gereği, çoğunluğun (meclis/parlamento) kararı/maşeri-i vicdanın onayı veya ehil-dürüst alimler/uzmanlar heyetinin ortaya koyacağı bir olgudur. “Anayasa”, bütün toplumu bağlayan baş/birincil hukuk metnidir. Bütün kurumlar ve kişiler, yetkilerini ve sorumluluklarını buradan alır. “Anayasal demokrasi” kavramı, “millet iradesi” mitini yani siyasal erki dahi “hukuk”a bağlayan bir kavramdır. Oysa “kanun”, -etimolojik bağlamda saf/nötr olsa da- genellikle politik bağlamda -“Hukuk”un deformasyonu olarak- siyasi erkin kendi gücünü tahkim eden veya taraftarlarının çıkarını temin eden bir çabayı ifade eder. “Kanun hükmünde kararname” veya “torba yasa” daha da böyledir. Kamuoyunda “hukuk devleti” ile “Kanun/polis devleti” arasında daima gözetilen ve görülen fark buradan kaynaklanır. Adalet idesine bağlı “hukuk”, toplumun kahir ekseriyetinde rıza/onay üretir. “Kanun” ise, genellikle zümrevi çıkar veya tahakküm üretir. “Adalet” terazisini tutan Adalet Tanrıçası’nın (Dike) gözleri bağlı (tarafsız) iken genellikle “kanun” çıkaran milletvekillerinin gözleri “yukarı”da, elleri ise hep havada olur. Bir belde, kurum veya toplumun en tepesindeki otorite; ikircikli, çelişkili ve tutarsız söz ve davranışları ile güvenilirliğini kaybederse artık aşağısını tutamaz. Ya totaliterleşme veya anarşi, kaos, kargaşa, çeteleşme, mafyalaşma ortaya çıkar: “Balık, baştan kokar.”

Güç istenci ve çıkar tutkusuna bağlı olarak, “bu yasaldır”, “şu yasaktır” diye “kanun” çıkarmak;  Kur’an’da değinildiği gibi yalana alışmış bir dil ile keyfi olarak: “Şu, helaldir, bu, haramdır”(16/116) demeye benzer.

Batı toplumları (ABD, AB), kendi evlerinde, ülke sınırları içinde hukuka bağlı oldukları halde dış politikalarında kolayca hukuku ihlal edebilmektedirler. Kendi evlerinde yasaya/hukuka karşı koyun-kuzu; dışarda/dış politikada başkalarına karşı kurt-çakal olurlar. Bu da “gâvurluk” tan gelir. Batılıların bu tutumlarına: “küresel korsanlık” veya “küresel mafya” denebilir. Diğer toplumlar ise genellikle evlerinde/ülkelerinde hukuku ihlal edip (itlik), dış politikalarında -güçsüz oldukları için- uluslararası hukuk (?!) kurallarına boyun eğerler.

Mafyalaşma

Mafya, köken olarak İtalya’dan doğan, hukuka bağlı olmayan, “karada korsanlık”, ölümü göze alan çatışmadan (Hegel) doğan, genellikle “iktisadi” illegalitedir. Rahmetli Kaddafi, kavramın Arapçadan değişerek İtalyancaya geçtiğini söylemişti: “Ma-nafi’a=faydalı/fayda peşinde koşma.”

Siyasetin, ahlaka, hukukun adalet idesine bağlı olmadığı, rasyonel üretime dayalı olmayan ekonomilerde kolayca zuhur edebilen bir olgudur. Ülkemizde de “Karadeniz Mafyası”, “Kürt Mafyası” ve “Ülkücü Mafya” olarak ciddi düzeyde etkin olmuştur. “Çete” kavramı, mafyaya nispetle daha küçük çaplı ve daha az güçlü bu tür yapılara tekabül eder. Bunlardan da -çökertmekle bitmeyen- mebzul miktarda ülkemizde sürekli türemektedir. Siyasal ve bürokratik yapıların içine de sızabilen bu illegal yapılar ile mücadele etmek ciddi bir ahlaki ve hukuki kararlılık gerektirmektedir. Siyasetin ve hukukun, mafyanın etkisi altına girmesi, toplumun çürümesinin sonucu olarak devleti çökertir.

Sonuç

Siyasetin, “pratik ahlak” (Aristo) olarak icra edildiği, hukukun, -adalet idesine bağlı olarak- kişilik, özgürlük ve mülkiyet haklarımızı koruduğu ve mafyanın-çeteleşmenin oluşmadığı medeni bir toplum oluşturmak hepimizin ülküsü olmak durumundadır.

Sürekli ‘Sevap’ Olarak Ebeveynlik ve Ailenin Rızkını Temin

Dindarlık, Kur’an’da “iman ve salih amel” olarak özetlenir ve yüzlerce kez tekrar eder. İman konuları “Tevhit, Ahiret/Mead ve Nübüvvettir”. İman, itikat/tasdikten farklı olarak mevzuları ile canlı ve diyalektik bir ilişki barındırır. İtikat, ölü/cenaze; iman ise canlıdır. İmanın, doğru/istikamet üzere olması, canlı olması kadar önemlidir: “Eğer iman ediyorsanız; imanınız size ne kötü şeyi emrediyor?” (2/93).

Doğru söz söylemek de salih amel gibi ikinci bir iyiliktir (35/10). Salih amel, Kur’an’da -kamu maslahatına uygunluk başta olmak üzere- her türlü doğru, sağlam ve yararlı eylem/amel demektir. Salih amelin karşılığı, ahirette ödül anlamındaki “sevap” tır.

Kur’an’a göre, bir insanı ahlaki amele sürükleyen meşru üç saik olabilir. Bunlardan biri “Allah Rızası/Hatırı” (3/162, 4/114, 57/27…), diğeri vicdani itki, empati, merhamet (2/265, 90/17), sonuncusu da menfaattir. Menfaat/fayda ve ahlaki iyi, Kur’an’da “Hayır” ve “İhsan” kavramları ile ifade edilir: “İhsanın karşılığı, ihsandan başka ne olabilir ki?” (55/60).  Karşılığın, -adil olmak kaydıyla- dünyada veya ahirette olması fark etmez.

Kur’an’da varit olan bu sürekli ve dinamik muhteva, zamanla kaybolmuş; dogmatik ve örgütlü dindarlık (mezhep-tarikat-cemaat) kendine özgü “dindarlık ajandaları” oluşturmuştur. Spinoza’nın derin bir vukûfiyetle sezdiği gibi, genellikle “Kitleler, Tanrı’yı kandırma peşinde” olmuş; sürekli “yükte hafif, pahada ağır” ajandalar oluşturmuşlardır. Kur’an’ın “Ağır Söz” (73/5)“Büyük Haber” (38/67)“Ağır Misak” (4/21) ve “dağların korkudan parçalanacağı ağırlıktaki ahlaki emanet/sorumluluk” (59/21) olarak nitelediği canlı iman ve salih amel, sembolik birkaç ibadete/ritüele ve ölü itikada dönüştürülmüştür.

“İslam’ın Beş Şartı” “İmanın Altı Şartı”, “32-54-Farz”… tarzındaki özetlemeler, “bonus” kabilinden “Kandil”ler”… bahsetmiş olduğumuz “ilm-i hal dindarlığını” ifade eder. Bunlar da zamanla anlamlarını, maksatlarını yitirerek, ezber, taklit, itiyat ve alışkanlığa dönüşmüştür. İbadetler, “içten gelen” bir saygı, tazim ifadesi ve yardım talebi (dua) olmaktan çıkıp dışardan zorlanan (farz-vacip) “borç ödeme” işine/mantığına dönüşmüştür. Böyle olunca da – Allah’ı zikretme ve tâzimin yanında- “ahlaki arınma” (29/45) niteliklerini kaybetmiştir: “Onlar, ibadetlerini ciddiye almazlar; gösteriş peşindedirler.” (107/5-6).

Bu yazıda iki tane “salih amel” üzerinde duracağım. Birincisi, insanlığın yeryüzünde kıyamete kadar “bekâ”sını sağlayan aile kurumunun çekirdeği olan ebeveynlik, ikincisi ise bu ailenin geçimini sağlamak için çalışmak, iaşe/rızık temin etmektir. Her ikisi de ömür boyu süren etkinliklerdir ve hem niyete hem de akibete göre sürekli “sevap kazanma”dır.

Sofuların, softaların, mürailerin, mistiklerin, müritlerin zannettiği gibi “dindarlık” veya “salih amel”, zorunlu olarak bağıran veya boyanmış (örneğin “yeşil” veya “siyah”) riya kokan, şekil-şemail, kisve, tespih, sakal, sarık-cübbe, sayı… gerektirmez.

Ebeveynlik

Hintli şair Tagore, “Doğan her çocuk, Tanrı’nın, insanlıktan umut kesmediğinin kanıtıdır” demiştir. “Tanrı” ile neyi kastetmiş olduğu, Monoteist açıdan tartışılır olsa da bu söz çok doğru bir tespittir.  Özel (mental veya biyolojik) sağlık sorunları veya evlilik imkânı bulamayanlar hariç, kasıtlı/keyfi olarak çocuk doğurmamak-doğurtmamak insanlığın kökünü kurutmayı/kazımayı göze almak olarak da salt kendini düşünmek/egoizm olarak da ahlaksızlıktır, insani/ahlaki sorumluluktan kaçmaktır. Neslin devamını sağlamak, hayvanlar ile paylaştığımız ortak yanımızdır. Tanrı’nın, insanlığı “deneme” projesine omuz vermektir. Çocuğun dünyaya gelmesi, hemen hemen bütün kültürlerde “göz aydınlığı” olarak nitelenir. İnsanlığın, yeryüzünde “bekâ” meselesidir.

Burada Kur’an’da ve hadislerde varit olan ana-baba hakkına detaylıca girmeyeceğim. Sadece anne ve babaya iyilik yapmayı, Allah’a iman etmeye eş değer gören bir ayet zikredeceğim: “Rabbin, kendisinden başkasına ibadet etmemenizi; anaya ve babaya iyilik etmenizi emreder. Eğer onlardan biri veya her ikisi, senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa; sakın onlara ‘öf’ bile deme; onları azarlama, onlara güzel söz söyle.” (17/23).  Benim vurgulamak istediğim, bu olayın/olgunun ömür boyu süren bir “salih amel” olduğunun ve sürekli “sevap” kazandırdığının unutturulmasıdır. Sanki, dünyevi olması, sevap kazandırmasına maniymiş gibi algılanmasıdır. Bunun da sebebini yukarda açıkladım.

(Besleme, eğitme ve iş/istihdam yaratma koşulu ile)  çocuk sayısı arttıkça, sevap da artar. Kız veya erkek çocuğu arasında ayrım yapmak ahlaksızlıktır. Seküler ideolojilerin ve devletlerin, nüfus sayısını/demografiyi salt “güvenlik” unsuru olarak görmeleri ve teşvik tedbirleri almaları ayrı bir konudur. Ebeveynlik, yaratılışta insana verilen şefkat, merhamet ve adalet duygularının tecelli ettiği bir süreçtir. Dede ve ninenin aile içinde tutulması yine şefkat ve merhamet duygularının tecellisi ve tezahürüdür. “Çekirdek aile” ile –maalesef- bu kaybedildi. Torunlar, “huzurevlerine (!)” kapatılan büyükanne ve babanın sevgi ve şefkatinden mahrum kalmaktadırlar. Dede ve ninenin torunlara karşı duyduğu sevgi, şefkat ve merhamet tanrısaldır. “Ana-baba, evlat-torun” birlikteliği, mutluluğun kaynağıdır ve bütün dinlerde vurgulanmıştır. Tanrı’nın izi, anne-baba ve çocukların yüzünden-gözlerinden/bakışlarından geçer. Tatil yörelerinde gördüğüm çocuklu aileler (turistler) kendiliğinden gözüme hep “dindar” olarak görünmüşlerdir.

Rızık Temini

Miras ve hibe dışında, -hile-haram ve havadan olmamak kaydıyla- beyin veya bilek gücü ile emek vererek, üretim, hizmet, ticaret yolları ile ailenin geçimini/iaşesini/rızkını temin etmek, sürekli sevap kazandıran bir “salih amel”dir. Kamu malını “Kitabına uydurarak” veya “hile-i şeriyye” ile özel mülküne geçiren kişi “sevap” değil cehennemlik “ateş” kazanmaktadır. Kazancın, kârın, malın, maaşın… dünyevi olması onun “sevap”lığını engellemez. Karun gibi, biriktirme/istifleme yerine; infak ve istihdam yaratmak “büyük sevap”lardandır.

Kur’an, ekonomiyi “din”; dini de, “ekonomi”, yani Allah’a minnet/şükür borcunu ödeme (iman) ve “Allah’a borç verme” (infak) olarak vazetmiştir. Bunların birbirinden ayrılması, modern sekülerizmin “işi”dir. Sevap kazandıran çalışmanın/işin/uğraşın ön şartı “helal” olmasıdır. Helal olmanın anlamı ise -başta kamu olmak üzere- kimsenin bedenine-ruhuna, malına-mülküne zarar-ziyan vermemesidir. Vergilendirilmiş (zekât) kazanç, mübarektir. İlmihal dindarlığının zekâtı “ritüel” (İslam’ın Beş Şartı”) kategorisine koyması, külliyen yanlıştır. O, ekonomik sistemin/maliyenin temel değerlerinden biridir. “Bereket”, -yüce ve faydalı anlamları ile- Allah’ın sıfatı ve insana verdiği her şeydir (6/92, 7/45, 41/10, 7/137, 21/71…).  -Her ne kadar birinci deyim halk arasında eleştiri modunda kullanılır olsa da- İslam’da “dünya-ahiret dengesi” ifade etmek için kullanılan: “Hem sevap, hem kebap” deyimi ve  “Dünya, Ahiretin tarlasıdır” yargısı doğrudur.

“Kureyş” suresi, Hac ibadeti ile Mekke’de Hac mevsiminde kurulan panayırı/ticareti birleştirir. Tasavvuftaki “zahitlik/züht”, islamî bir erdem değildir. Tanrı’nın, mahlûkat içinde enkarne olması (Hiyerofani/Tecelli-Tezahür) olarak “kutsiyet” (mekân, nesne, kişi…) nitelemesi/inancı, şirktir, Allah’a eş koşmaktır.

Sonuç

“Her geceyi ‘Kadir’, her geleni, ‘Hızır’ bil”. “Kul daralmadıkça; Hızır, yetişmez” gibi deyimler, “dindarlığın”, salih amel-sevap olarak her yerde ve her zaman sürdüğünü, her eylemde gizli -daha doğrusu “açık” –  olduğunun, halk muhayyilesi ile kişileştirilmesi ve “mitolojik” olarak dillendirilmesidir. Şiîlerde bu yaklaşım: “Her yer, Kerbelâ; her gün, Aşûre” diye ifade edilmiştir.

Samimiyet ve Sahtekârlık Kıskacında Siyaset-Din İlişkisi

İslam, Müslüman toplumlarda kadim dönemlerde, imparatorluk yapılarında bütüncül bir ideoloji; istila dönemlerinde, kurtuluş savaşlarının motivasyonu, dinamiği, yakıtı idi (şehadet-cihat). Modern dönemlerde ise, halkı Müslüman olan bazı “Ulus Devlet”lerin idare sistemi/rejimi yapılmaya çalışıldı: “İslamcılık”. Yani çöken Hilafeti-Şeriatı geri getirme veya Kur’an’ı-İslam’ı yeniden hayata geçirme davası.

1. SORUN: TAĞUTLUK, ŞİDDET, İSTİSMAR

Hem kadim dönemlerde, hem de modern dönemlerde, siyasetin ve devlet idaresinin dine dayandırılmasının doğurduğu kaçınılmaz, temel sorunlar vardır. Bu durum, bütün dinler için geçerlidir. Bu sorunlar şunlardır: 1-Kişisel veya kurumsal “Temsil” yolu ile yani dini değer, sembol ve kavramlara (Allah, Kur’an, İslam, Ayet, Hadis…) aleni atıf yaparak Tanrısal gücü arkasına alan siyasi erk, cehaletle birleşen samimiyet veya art niyet ileTağutlaşabilir (Teokrasi). 2- Temsil makamı veya kişi, halkın dini duygularını istismar ederek manipülasyon ile kendine destek veya özel çıkar sağlar. 3- Mutlak hakikate haiz olduğuna inanan/zanneden temsil makamı veya kişi, kolayca zora/şiddete başvurabilir (iç-savaş).
Batı toplumları, Kilise’nin yaratmış olduğu bu tehlikelerden kaçmak için, Tanrı’yı, dini, kiliseyi devre dışı bırakarak, toplumsal olarak sekülerleşmeye; politik olarak da laikleşmeye başlamışlardır. Tanrı, normal olarak: “Bana koşun; Bana sığının” (51/50, 7/200) derken; kitleler, Tanrıdan, kiliseden, dinden kaçmaya başlamışlardır. Bu sonuç, Hristiyan toplumlarındaki kadar olmasa da Müslüman toplumlarda da ortaya çıkmıştır. Bu sonucu doğuran dinsel politik mutlak hakikatçı/dogmatik sürekli “teyit” tarzını, Fransız Filozof Paul Ricoeur şöyle tasvir eder: “Tehlike ise, bu teyit işlevinin sapkınca kullanılmasıyla ortaya çıkar. Tekelci seçkinler (bizim örneğimizde din adamları veya dinci siyasetçiler-İG), bu teyidi sapkınlaştırıp, onu yerleşik politik güçlerin eleştirilmeksizin haklı çıkarımına veya yüceltimine yarayan gizemleştirici bir söyleme dönüştürürler. Bu durumlarda, toplumun sembolleri sabitleşir, durağanlaşır ve bir fetiş haline gelir; bir yalanlar silsilesi olarak iş görür.” (P. Ricoeur, Dilin ve Mitin Poetikası. çev: Elis Simson. Cogito Dergisi. Sayı:56 (Güz-2008). s. 153). “Totalitarizm sorunu, politikada evrensel (mutlak-İG) bir doğrunun ve bilimsel bir söylemin olabileceği yalanında yatar. Politik dilin, aslında basit bir ikna ve kanı retoriği olduğu fark edildiği anda, insanlar, özgürce tartışmayı hoşgörü ile karşılamaya başlar. Popper’ın terimini kullanırsak, “Açık Toplum”, politik münazaranın sonsuza kadar açık kalacağı ve otantik bir dilin koşullarını sürekli sorgulamak ve yeniden kurmak için, o kritik geri adımı atmaya hazırlıklı olduğu gerçeğinin kabul edildiği bir toplumdur” (Ricoeur, a.g.y. s. 153)

Faslı düşünür Taha Abdurrahman ise, “İslamcılık” politikasını, yukarda bahsetmiş olduğumuz tehlikeler açısından şöyle eleştirir: ”…Din ve devlet arasındaki ilişkiyi, dinin siyasi bir yapı olarak görülmesi şeklinde algılayan bu anlayış, din olgusunu, egemenliğe dayalı siyasi yönetime mahkûm etmenin ötesine geçememektedir. Daha açık bir ifade ile, söz konusu anlayış, “siyasi egemenliğin” merkeze alındığı bir yönetim anlayışının, “dini yönetim” (daha doğrusu) dinin yönetilmesinin bir tezahürüdür. Öyle ki, bu şekilde bir devlet yapısı, kendisinin baskıcı ve tepeden inmeci iktidar hedeflerine hizmet edecek şekilde dini hayatın tezahürlerini kullanır ve bizzat taabbudî hayatın ve dini tezahürlerin arkasına yaslanarak, siyasi hedeflerine hizmet etmeyecek ne varsa, bunları devre dışı bırakır. Ya kendi keyfi değerlendirmeleri ve ideolojik yaklaşımı çerçevesinde dini nasları tevil eder; ya da bu hedeflere uygun “fetva”lar çıkarır.” (T. Abdurrahman. Dinin Ruhu. Çev: S. Gündüzöz. İst. 2021. S. 469). “…ister din-adamları zümresinden oluşan dini bir örgütlenme şeklinde olsun; isterse de bir grup siyaset adamından oluşan siyasi bir yönetim mekanizması şeklinde olsun, toplum üzerinde hâkimiyet kurar. Böylece, ilkesel olarak bu anlayış, kamusal alanda ilahi iktidar ve yönetim iddiasında bulunsa da çok geçmeden, bizzat kurdukları yönetim mekanizmasıyla, kendi bağımsızlığını sağlamak suretiyle uluhiyet makamını gasp eder ve çeşitli yasalar ve politikalar vasıtasıyla Tanrı’nın adına dayanarak insanlar arasında hükmünü ve yönetimlerini gerçekleştirmeye çalışır. Bu anlayış, zorunlu bir şekilde dini naslardan istifade etmez. Aksine, daha ilk başlangıçtan itibaren, kendi kafasından pozitif yasalar vazeder…” (Abdurrahman, a.g.e. s. 600-601)

2. ÇÖZÜM: “AHLAKİ LAİKLİK=RAHMANİ SİYADSET”

Kur’an açısından bir amelin/eylemin siyasi, hukuki, iktisadi, ahlaki veya ibâdi olması açısından herhangi bir fark yoktur. Hepsi “Salih Amel” olarak isimlendirilir. Yani doğru, hikmetli, maslahata uygun karar ve eylem. Kur’an göre, Allah, Hz. Musa’yı, Mısır’da Firavunlar tarafından köleleştirilen İbranileri kurtarmak için, “politik” bir misyon ile görevlendirdiği gibi (44/30-31)i; Yahudi kralları Davut ve oğlu Süleyman’ı da adil-ahlaki yönetimlerinden dolayı övmüştür (21/15-38,79-81). Peygamber Hz. Yusuf, Firavun kabinesinde Maliye Bakanı olarak görev yapmıştır (12.Yusuf Suresi). Aynı şekilde, Yunanlı dinsiz filozoflardan Platon, siyaseti hukuk; Aristo ise, pratik ahlak olarak vazetmiştir. Buna karşın, “dinli” (Müslüman) olan Muaviye ve Hristiyan Makyavelli, siyaseti kandırma, kurnazlık, kumpas ve hinlik olarak tanımlamış ve icra etmişlerdir. Bu nedenle, Batı’nın, “Laiklik” ilkesi ile siyaset, iktisat, hukuk ve ahlak alanlarını Tanrı’dan/Dinden koparması, -girişte bahsetmiş olduğumuz haklı gerekçelere/tehlikelere dayansa da- yanlıştır. Bahsedilen tehlikelerin bir kısmından kurtulmuş olunsa da benzer sonuçlar (örneğin totalitarizm, iç-savaş…) başka saiklerden yine doğmuştur.

Benim önerim, maşeri vicdanda makes bulan: “Devletin dini, adalettir” doğru sloganı gereği, “Ahlaki Laiklik” veya “Rahmani Siyaset” tir Bunun anlamı şudur: Samimi dindarlar, Allah rızası, vicdani saik veya cenneti kazanma beklentisi/umudu ile siyaset yaparak “sevap” kazanmak istiyor olabilirler; bu, onların tabii hakkıdır. Yalnız, siyaset yaparken, siyasette dini değer, sembol ve kavramlara aleni olarak atıf yapmayacaklar; kendileri, kanaatlerini dini kaynaklardan beslenerek oluşturabilirler. Ancak kamu maslahatını temine yönelik programlarını, önerilerini, çözümlerini bize makul-mantıklı ve ahlaki bir dil ile getirecekler ve bizi ikna etmeye çalışacaklardır. Çünkü Kur’an’da ve Hadislerde ortaya konan maslahata, makuliyete ve ahlaka dayanan; dogmatik olmayan, gerekçeli ve açık (mübin, hikmet-i baliğa, burhan, beyyine, delil…) bir dildir. Siyaset yapanlar, Tanrı’nın, Kur’an’ın, Peygamber’in, Ayetin, Hadisin veya Şeriatın ve Hilafetin arkasına gizlenmeyecekler; onların adını anmayacaklar; Onları, siyasette kendilerine maske veya payanda yapmayacaklardır. Samimi olsalar bile, siyasette bu kavram, sembol ve değerlere atıf yapmayacaklar. Samimiyet (niyet), dinde “gerek şart” olsa bile; “yeter şart” değildir, ahlâki açıdan hiçbir garantisi yoktur. Samimiyet, cehalet ile birleşince; doğan sonuç, bilerek hainlik yapmaktan doğan sonuçtan bin beter olabiliyor. Biz, sonuçlara bakarız: “İnneme’l-amalu bi’l-Havatım=İşler, sonuçlarına göredir.” de bir “Buhari” hadisidir. Örneğin: Saint Bertelemo katliamında bir gecede 30 bin Protestan, Katolikler tarafından, samimiyetle (“Tanrı rızası” için) katledildiler. Bizim Haricilerimiz de, -Hz. Ali başta olmak üzere- binlerce masum Müslümanı, aynı saik ile katlettiler. Günümüzde İŞİD de, benzer katliamlar yaptı.

Rahmeni siyaset, “Rahman” gibi, yönetirken insanların dinini, dilini, ırkını sormaz. “Zalimlerden başkası için düşmanlık yoktur.”(2/193, 28/28). Asıl olan, adalete dayalı ahlaki sözleşmedir. “Medine Vesikası”ında olduğu gibi: “Yahudiler, Müşrikler ve Müminler, bir toplum oluşturur.”

3-SONUÇ

Hasılı, direniş motivasyonu (Panislamizm) olduğu kadar; bir yönetim/rejim tarzı olarak da II. Abdulhamit ile başlayan “İslamcılığın” son yüzyıldaki macerasından bu dersi artık çıkarmalıyız. Son olarak Türkiye de bu sorunun ceremesini çekmeye başladı. “İslamcı”larımızın –Cemaat-Tarikat ve Siyaset versiyonları-, “Temsil” iddiası ile ortaya koydukları siyaset ve dindarlık performansı, halkımızın bir kısmını dinden soğutmaya başladı. Artık, “Yüzde doksan dokuzu “Müslüman” olan halkımız” cümlesini kuramıyoruz.

Türkiye’nin Şirazesi

1-Kuruluş ve Oluşan Fay Hatları

Türkiye, şirazesi “devrim” ile kurulmuş bir devlettir. Türk tasavvuf tarikat Sünniliği, Osmanlı Devleti’ni deruhte edememiş ve sonunda devlet çökmüştür. Cumhuriyeti kuran kadrolar, çöküşten bu teolojiyi sorumlu tutmuş ve bu teolojiyi (şeriat-hilafet-tarikat) ilga etmiştir. Türkiye, seküler bir ulus devlet olarak inşa edilmiştir. Anadolu’da kalan ve nüfus mübadelesi ile buraya Kafkaslardan ve Balkanlardan göç eden Osmanlı bakiyesi Müslüman olan halklara -sıfat olarak- “Türk” ismi ıtlak olunmuş ve devletin resmi dili de Türkçe olmuştur. Vatandaşlıkta eşitlik ilkesi benimsenmiştir. Din, diyanete tevdi edilmiş; politik, iktisadi ve hukuki süreçlerin dışında tutulmuştur. Bu işin zorla yapılması, dindar halk kesimlerinde bir içerleme-uçuklama (travma) yaratmıştır. Demografik unsuru, diğer etnik kökenlere nispetle fazla olan Kürt vatandaşların Türkçe konuşmaya zorlanması, benzer bir içerleme ve uçuklama yaratmıştır. Diyanet, Sünnilik mezhebi üzerine kurulduğu için benzer bir içerlemeyi, Alevi vatandaşlar da yaşamıştır. Böylece Türkiye’de din (muhafazakâr-seküler), mezhep (Sünni-Alevi) ve etnisite (Türk-Kürt) üzerinden görünmeyen üç fay hattı oluşmuştur. 1923’lerde tek parti eliyle kurulan “Cumhuriyet”, 1950’lerden sonra demokrasiye doğru evrilmeye başlamıştır. Batılılaşma, hem zihinlerde, hem de kurumlarda  -nispi olarak- yer etmeye başlamıştır. Muhafazakârlık, politik ve kültürel olarak “sağcılık” üzerinden sisteme eklemlenirken cemaat ve tarikatlar, illegal olarak- varlıklarını sürdürmüşlerdir. Yetmişli yıllardan sonra da “The Cemaat” ve “Milli Görüş” olarak legal-politik muhalefet olarak kristalleşmiştir.

2-“Hınç Ahlakı”nın Oluşması

Kuruluş yıllarında yaşamış şair Mehmet Akif, -teolojik olarak eleştirel ve yenilikçi (Safahat), politik olarak yeni rejime muhalif olmasına rağmen- imparatorluk ruhunun olumlamacı (affirmative), aristokratik, veren, toleranslı ahlaki kişiliğini yansıtıyordu. Bu yüzden, yazmış olduğu “İstiklal Marşı” bütün vatandaşlar tarafından gönül rahatlığı ile okunabildi. Benzer bir kişilik, doksanlı yıllarda Bosna’da Aliya İzzet Begoviç tarafından ortaya konmuştur. Oysa, Necip Fazıl Kısakürek, önce Osmanlı’nın Batı karşısında yenilgisi, daha sonra da muhafazakârların Batıcılar karşısında yenilmesinin yarattığı “Hınç (ressentiment) Ahlakı”nı dile getirir ve temsil eder. Türk milletinin “To be or not to be” olma aşamasında kurduğu cumhuriyetin kazanımlarını, kayıpların gerçek nedenlerini –Akif gibi- irdeleme yerine miadını doldurmuş, tarihsel birçok kurum ve kavramların ilgasını, bizzat “İslam”ın inkârı olarak lanse ederek felaket tellallığı yaptı. Oysa, Nihal Atsız’ın dediği gibi, “Cumhuriyet, Türk’ün Hudeybiyesidir.” Cumhuriyet, Fatih’ten sonra II.Beyazıt ile başlayan ve ilerde imparatorluğu çökertecek olan mistik-metafizik ve politik çanaktan(İbn Arabi-Tarikatlar) tekrar gerçekliğe-dünyaya dönüştür.

Nietzsche, “Ahlakın Soykütüğü” adlı eserinde bu duyguyu derin bir şekilde analiz etmiştir. (F. Nietzsche, Ahlakın Soykütüğü. Çev: A. İnam. İst.2001. s. 40). Bu ahlak, kendini “kurnazlık” olarak örgütler; vermeyi değil, (intikam) almayı salık verir.  Bu hınç ahlakının mistik soslu olan politik-takiyyeci kategorisi (The Cemaat), “alnı secde gören” kardeşlerine karşı “15 Temmuz” intikam girişimini yaratırken N. F. Kısakürek’in ruhunun inkarne olduğu yasal politik versiyonu olan iktidarda “ilm-i siyaset”, “hile-i şeriyye” ve “kitabına uydurma” olarak çağdaşçı sekülerlere karşı rövanş duygusunu doğurdu.  Hınç ahlakının değişik-illegal bir versiyonu da Kürtlerde PKK’yı, Alevilerde DHKP-C’yi doğurdu. Bu ressentimentin oluşmasında, 1950 sonrasında Türkiye’nin ABD güdümüne girmesinin ve oluşturduğu manipülasyonların (Gladyo) payını unutmamak gerekir.

“Deha”, Türkçede -ve Avrupa dillerinde (Genius)- bilim ve sanat alanlarında “yaratıcı zekâ” anlamına gelirken; Arapçada, Araplarda ve Müslüman toplumların tarihinde “siyasi kurnaz” anlamına gelir (“Duhat’l-Arap”). Siyasetin, hınç duygusuyla kurnazlık olarak kodlanması, kendiliğinden hukuk, kurum ve kuralı gevşeterek; salt güç istencini, intikamı ve başarıyı yüceltir. Bu durumda artık politik “Biz”, ülkede yaşayan vatandaşların tümünü kucaklayabilen, olumlamacı, veren, aristokratik, toleranslı, medeni bir racon olmaktan uzaklaşarak, intikam (hınç) tugaylarına dönüşür. Bu bağlamda Atatürk (çağdaşlık) ve Allah (din/islam/sünnilik) Türkiye’de siyasetin savaş meydanında “Sembolik Kapital”lere (P. Bourdieu) dönüşmüştür.

3- Olması Gereken

Türkiye Devleti kurulalı 100 yıl oldu. Bu süreçte dinsel bilinç değişip dönüştüğü gibi etnik bilinçler de değişip dönüşmüştür. Şirazenin, kurucu dönemdeki sek-seküler radikalliği (vesayet rejimi) gevşemiştir. Müslümanlık ortak kültürü, Anadolu’da –farklı etnik kökenlerden- milyonlarca evlilik oluşturarak etnik köken hassasiyetini gevşetmiştir: “Kız almışız, kız vermişiz; kirveyiz biz” (Ahmet Arif). Dolayısıyla, toplumumuzu, ne “mozaik” ne de “mermer” metaforları doğru olarak niteleyebilir. Madem burayı herkes için aynı sevimlilikte bir “vatan/yuva” yapamadık; o halde “bahçe” veya –köpek balıklarının etrafta cirit attığı okyanusta- “Gemi” metaforları, daha uygun ve doğrudur. Türkçe, -resmi dil olarak- bahçede oturanların veya gemiye binen yolcuların –maslahat icabı- bileti, pasaportudur. Bahçede veya geminin içinde herkes eşit haklara ve sorumluluklara haiz vatandaşlardır (Yurtseverlik).

İnsanı, salt “rasyonel-politik hayvan” olarak tanımlamak yanlıştır. Aristo, halt etmiştir. İnsan, “ünsiyet” kökünden gelen- öteki ile beraber ahlaki ilişki içinde olabilen (adalet-merhamet) bir varlıktır. Bireyi toplumsal düzlemde ifade eden ırk/dil meşrudur. Allah’ın ayetlerindendir (30/22, 49/13). Kendine özen göstermenin toplumsal düzeydeki ifadesi olan kavmine (zi’l-kurba) hizmet etmek de meşrudur (4/36, 16/90, 42/23…) Kötü olan, kibir/istiğna ve egoizmin toplumsal düzlemdeki ifadesi olan ırkçılıktır. İmparatorluk kategorisi, olumlama (âl-i cenaplık) ahlakının tezahürü iken; ulus devlet başlangıçta hıncın-ırkçılığın tezahürü idi. Ancak zamanla ulus devletler de, değişti-dönüştü. Temel haklar ve özgürlükler kabul edildi, Asimilasyon, jenosit suç sayıldı. Din, inanç, ifade özgürlükleri tescil edildi. Binaenaleyh, Türkiye’de artık “Türk” sözcüğü, “sıfat (asimilasyon)” olmaktan çıkıp; sembolik kod, yani “ad/isim” olarak entegrasyon mertebesine dönüştü.  Son zamanlarda dillendirilen devlet örgütlenmesinde din, mezhep ve etnisiteyi işin içine kriter olarak karıştırma hamakatı, Ortadoğu’da yaşandığı gibi- “özgürlük” adı altında hınç ahlakını yeniden körüklemektir. Coğrafya ve birlikte uzun süre yaşamak (komşuluk- mahalle-hemşehrilik), aynı dinden ve aynı ırktan olmaktan daha fazla ünsiyet ve ortak kader yaratabilir. Marifet, bu yönde gayret sarf etmektir. Örneğin, 1921 Nüfus Mübadelesinde Trabzon’dan Selanik’e gönderilen Ortodoks-Rum bir teyze, etrafını garipseyerek: “Biz, gavur mu idik de bizi buralara gönderdiler” demiştir. Anadolu lehçesinde “gavurluk”, gayri müslim olmaktan başka bir anlama gelir.

4- Ahlaki Şirazenin Dağılma Emareleri

Son zamanlarda gördüğüm bazı örnek olgular, Türkiye’de oluşturmaya çalıştığımız hukuki-ahlaki şirazenin dağılmaya başladığını gösteriyor. Gelir dağılımında adaletin bozulması (bir futbol oyuncusuna ödenen transfer ücreti ile bir doktorun maaşı arasındaki fark veya bir “kurul üyesi” ile bir profesörün maaşları arasındaki fark) ve hukuka olan güvenin zayıflaması, ehliyet ve liyakate itibar edilmemesi, herkesin şikâyet ettiği mevzulardır.  Memur maaşlarına yapılacak zam müzakerelerinde hükûmetin % 10 önerirken; sendikaların %80 oranında zam istemeleri arasındaki fark, aklın alacağı bir şey değildir. Bir başka örnek ise,bir semt pazarında aynı şeftali cinsinin on metre aralık ile 100 ve 200 TL’ye satılmasıdır. Oysa, alışverişlerde veya müzakerelerde “üç aşağı-beş yukarı”lık, toplumsal şirazeyi yani sağduyuyu, insafı, konsensüsü, teamülü ifade eder. Ticaret metası olarak ihraç etmekle övündüğümüz TV dizilerine, yayınlandıkları ülkelerin entelektüelleri tarafından halkın ahlaki duygularını dejenere ettiği şikâyeti yapılmaktadır.

5-Sonuç

Hukuk, kurum, kural yerine; uzun süreden beri kurnazlık, kumpas, ikiyüzlülük, utanmazlık, “gemisini yürüten kaptan”, “dün öyle-bugün böyle”… olarak icra edilen siyaset, halka nüfuz ediyor: “Hal, sâridir.” Ve “çoban-sürü” ilişkisinin egemen olduğu Doğu toplumlarında “balık, baştan kokar.”

Çağdaş Nihilizm ve Doğurduğu Can-Sıkıntısı

1-NİHİLİZM NEDİR?

Heidegger, Nihilizmi Batı tarihinin genetiği olarak görür: “Özünde düşünüldüğünde Hiççilik, daha çok Batı tarihinin temel olayıdır. Hiççilik, öyle bir derinlik gösterir ki, onun yayılması, olsa olsa dünyanın yıkımı ile sonuçlanabilir. Hiççilik, Yeniçağın güç dünyasına çekilen (sürüklenen) yeryüzü halklarının, dünya tarihi hareketidir. Nietzsche’nin “Tanrı Öldü” sözü, bu “Hiç”in yayıldığını (radikalleştiğini-İG) onaylamaktır. Bu bağlamda “Hiç”, duyu-üstü, bağlayıcı, yükümlülük getiren bir dünyanın yok oluşunu gösterir.” (M. Heidegger, Nietzsche’nin Tanrı Öldü Sözü. Çev: L. Özşar. Bursa. 2001. S. 18-19). Kapitalizm, Kolonizasyon ve iki Dünya savaşı, bu radikalleşmiş nihilizmin tezahürleridir. Bu olguyu, ahlaki karakter yapısı olarak Kur’an “Müsrif”; iktisadi ve politik tutum ve yaşam tarzı olarak da: “israf” (5/32, 10/83, 36/19…), “Tekâsür” (102/1-2) ve “Tuğyan-Tağutluk” (2/15, 2/257, 4/76…) olarak niteler. Bu “Dünya Görüşü”nün yarattığı “halet-i ruhiye” ise, -ölümün, “Hiç”liğe karışmanın kapısı olması hasebi ile-, “Can-sıkıntısı” olarak tezahür eder. Bu durumda: “Dasein (İnsan)’a hiçbir şey, bir “şey” ifade etmez olur; hiçbir şey, herhangi türden bir “fark” yaratamaz olur. Diğer taraftan, daha korkutucu bir şekilde “kendilik”, kişinin olduğu şey, tanınabilir tüm anlamlarını ve farklılığını yitirir: İsim, duruş, iş, rol, yaş, hatta kader, benim ya da senin türünden ifadelerini yitirir.” (Ö. Ejder, Heidegger Düşüncesinde Sıkıntı Kavramı Üzerinden Modernite Eleştirisi. Cogito Dergisi. Sayı:64 (Güz-2010). S 254)

Ölüm, hiçliğe batmanın kapısı olunca; ölüm korkusu, özgürlük ile birleşince, kötülüğün kaynağına dönüşür: “Özgürlüğün (ölüm korkusundan dolayı) kötülüğe neden olduğu yadsınamaz. Kötülüğün, korkudan ve “yaşam kazanmak için” korkunun yaptırdığı saldırgan girişimlerden geldiği eğer açıklık kazandı ise; o zaman insanların, düşünerek kullandıkları özgürlük ile bilerek kötülüğü seçmelerinin nedeni anlaşılır hale gelir. Özgürlük olgusunun kendisi, dibine kadar korkuyla doludur. Sadece iç ve dış tehditlerden dolayı değil; kendi kendisinden duyduğu korku ile de doludur.” (A. J. Bucher, “Yitirdiğimiz Suçsuzluğumuz Ya Da Özgürlüğün Saldırgan Gücü Üzerine.” Yüzyılımızda İnsan Felsefesi. Haz: İonna Kuçuradi. Ank. 1997. S 219.)

2-SEMPTOMLAR

Bu nihilist “halet-i ruhiye”yi, Güney Kore kökenli Alman düşünür Byung Chul Han şöyle tasvir ediyor: “Bütün kütleleri yörüngede tutan yerçekiminin (Anlamın-İG) etki alanının dışına çıkıldığında; bütün anlam atomları (bireyler-İG) uzayda kaybolur. Her atom, kendi güzergâhını takip ederek sonsuzluğa ulaşmaya çalışır ve uzayda kaybolur. Bu, bütün bedenleri, mesajları ve süreçleri her yöne doğru hızlandıran günümüz toplumlarında karşılaştığımız şeydir. Her siyasal, tarihsel ve kültürel olgu, onu kendi mekânından koparıp alan ve bütün anlamını kaybettiği bir hiper-uzama/uzaya savuran bir kinetik enerji içerir.” (B. C. Han, Zamanın Kokusu. Çev: Ş. Öztürk. İst.2021. s 32) Nihilist halet-i ruhiye’yi “Narsistik” olarak niteleyen Han, bu kişiliği şöyle tanımlar: ”Narsist özne, dünyayı yalnızca kendi gölgesinin uzantısı olarak algılar. Bunun tehlikeli sonucu, “öteki”nin yok olmasıdır. Ben ve öteki arasındaki sınır, belirsizleşir. Benlik, dağılır; ben, kendi içinde boğulur. Buna karşı istikrarlı bir benlik, yalnızca öteki ile yüz yüze iken ortaya çıkabilir. Aşırı narsistik öz-referansı, bir boşluk hissi yaratır.” (B. C. Han, Ötekini Kovmak.çev: M. Özdemir. İst.2023. s 29).

Çağdaş insanın, “İbret (Kültür?) gezisi” (6/11, 16/36, 30/42) yerine; -it ayağı yemiş gibi- durmadan oradan oraya dolaşıp durması (Turizm), Heidegger’in tespit ettiği gibi, modern teknoloji ve teknik düşünmenin yarattığı “yurtsuzluk” duygusunun (M. Heidegger, Düşünceye çağıran (Yurt Müdafaası) çev: A. Aydoğan. İst.2010. s 19 vd) doğurduğu can-sıkıntısının bir semptomu olsa gerek. Vatan-sıla, yurt-yuva, vukufiyet, özlem duyguları, giderek büyük ölçüde dumura uğramıştır. Depresyon, uyuşturucu bağımlılığı, intiharların artması; aciliyet ve sabırsızlığın artması, diğer göstergelerdir. Dövme ve Tatto’nun giderek yaygınlaşması, can-sıkıntısının deriye yansımasıdır; yüzü zayıflayan insanın, bedenini tuvale çevirerek ilgi aramasıdır. Yüzünde/gözlerinde “meymenet” kalmayan bazı kadınların, başka yerlerini açarak(“Şeffaf Toplum”, “Ritüellerin Yokoluşu”-B.C.Han) ilgi-itibar dilenmeleri, sıkıntının başka bir semptomudur.

Kur’an, insanların bu kendine yabancılaşmış duruma düşmelerinin sebebini: “Tanrı’nın Unutulması” olarak koyar: “Allah’ı unuttuğu için, Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın.” (59/19). “Tanrı’yı hatırlamaktan yüz çeviren kişi, dar/sıkıntılı bir hayata mahkûm olur.” (20/124). “Allahtan başkasına ilahlık yakıştıran kimse, gökten savrulup düşen; kuşların didikleyip kapıştığı veya rüzgârın uzak-ıssız bir yere savurduğu kimseye benzer.” (22/31). Yine bu müşrik kişilerin halet-i ruhiyesi şöyledir: “Onları hali, bir ateş yakan kişinin durumuna benzer: ateş, çevresini aydınlatır aydınlatmaz, Allah, görmesinler diye onların ışığını alıp zifiri karanlığa çevirir. Onlar sağır, dilsiz ve kördürler; geriye dönemezler. Ya da onların durumu gökten zifiri karanlıklar içinde gök gürültüsü ve şimşek ile gelen şiddetli bir sağanağa benzer. Ölümün dehşeti içinde yıldırımlardan korunmak için parmakları ile kulaklarını tıkarlar. Ancak Allah, hakikati inkâr edenleri kuşatır. Çakan şimşekler, neredeyse gözlerini kör eder. Işık verince, hareket ederler; karanlık üzerlerine çökünce de, yerlerine çakılıp kalırlar. Allah, dileseydi, onların gözlerini kör; kulaklarını sağır edebilirdi.(Ama bunu yapmadı). Allah, her şeye kadirdir.” (2/17-20).

Her iki ayet grubunda metaforlarla tasvir edilen kişiler, sahici bir anlam/iman edinemeyen kişilerin halet-i ruhiyesidir. M. Esed, bu metaforlar hakkında şöyle diyor: “Bana göre, “ateş yakanlar” metaforunda bazı insanların, hayatın ve inancın ölçüye ve tahmine gelmeyen yanlarını açıklamanın ve aydınlatmanın bir aracı olarak yalnızca “bilimsel yaklaşım” adı verilen şeye güvenmelerine ve sonuçta insan aklının kavrayış alanı dışında herhangi bir şeyin bulunabileceğini küstahça reddetmelerine bir atıf vardır. Bu kibirli küstahlık, Kur’an’ın tanımladığı gibi, sahiplerini –ve hâkim oldukları toplumları- kaçınılmaz olarak “neredeyse gözlerini alı veren” hayal kırıklığı yıldırımlarına maruz bırakır. Yani, ahlaki kavrayışlarını daha da zayıflatır ve “ölümün dehşeti”ni derinleştirir. (M. Esed, Kur’an Mesajı. Çev: C. Koytak-A. Ertürk. İst. 1997. S. 7).

Aynı halet-i ruhiyenin, daha evrensel temsili/metaforik bir örneği: “ Kendisine mesajlarımızı lütfetmiş olduğumuz halde, onları bir kenara atan kimsenin başına gelecek olanı anlat onlara. Şeytan, yetişip yakalar onu ve o da, -başka niceleri gibi- bir vehme saplanır. Biz dileseydik, onu ayetlerimizle yüceltir ve üstün kılardık. Fakat o, dünyaya kapaklandı/saplandı ve arzu/heveslerinin peşine takıldı. Böyle birini durumu, bir köpeğin durumu gibidir. Üzerine korkutarak varsan da dilini sarkıtıp nefes nefese kalır; kendi haline bıraksan da. Bu temsili/metaforu anlat; belki düşünürler.”(175-176).

3-SONUÇ

“Allahtan başkalarını dost edinenlerin durumu, kendine bir ev edinen örümceğin durumuna benzer; evlerin en dayanıksızı, örümcek evidir (29/41). “Dikkat edin, Kalpler, ancak Allah’ı anmak ile mutmain olur.” (13/28). “Rabbinden kendisine bir açıklık (beyyine/doğru yol) gösterilmiş kişi, kötü işleri kendine doğru görünen ve arzularına uyan kişi ile bir/eşit olur mu?” (47/14). Hasılı Kur’an, Allah ile yaşanan sürekli tetikte ve teyakkuzda olma (haşyet, huşu, havf, takva) halinde canlı iman ilişkisinin, “Umut ve Kaygı” yani “rağaben ve rahaben”, “havfen ve damaen” (21/90, 7/157, 30/24, 32/16) arasında olması gerektiğini vurgular.

Çağdaş Kötülüğün Metafizik Çanağı: “Tanrı Tutulması”, “Unutulması” ve Ölümü”

Çağın Ruhu (Zeit-geist)

Nietzsche’nin teşhis ettiği gibi, Batı’nın “Sarışın Canavarları”nın kendi güç istençlerine bir maske olarak kullandıkları örgütlü dindarlık (bu “dindar”lığın, Hz. İsa ve onun mesajı olan “İncil” ile hiçbir alakasının olmadığı apaçıktır) olarak “Kilise”nin, Orta Çağ’da Tanrı adına işledikleri cinayetlerden sonra; “Aydınlanma” ile bu canavarlar, Tanrı’nın tahtına oturup (Hümanizm) edindikleri maskeyi atarak (Kilise’yi devre dışı bırakarak), endüstri/teknoloji devrimi ile yeryüzünü kolonileştirmeye başladılar. Bu tutku/güç istenci, iki dünya savaşının çıkmasına; Faşizm ve Kapitalizm gibi iki politik ve iktisadi sistemin zuhuruna sebebiyet verdi. “Doğu”nun dinsel ruhu/genetiği (Budizm/Çin-Ortodoksluk/Rusya), bu sömürü düzenine “Komünizm/Sosyalizm” ideolojisi ile karşı koymaya çalıştı. Ancak, dinin özü olan “Tanrı”yı reddettiği için (Batı’nın materyalizm ayartısı), dinden çıkmış seküler vicdan, tek başına başarılı olmaya takati yetmeyip çöktü. Sonunda Çin de Rusya da Kapitalizm’e geri döndüler.

Aydınlanma ile içine girilen bu süreç (Zeit-geist) “Tanrı’nın Ölümü” ve “Çölleşme” (Nietzsche); “Tanrı Tutulması” (M. Buber); “Tanrıların göçüp gitmesi” (Hölderlin); “Kutsal/katı olanın buharlaşması” (K. Marx); “Kutsal kubbenin çökmesi” (M. Weber); “Çoraklaşma” (T. S. Eliot); “Ruhtan zekâya geçiş” (Heidegger); “İnsanın Ölümü” (M. Fucoult); “İnsanın Haz/Arzu Makinasına Dönüştürülmesi” (G. Deleuze-F.Guattari); “Hiçlik Çağı” (P. Watson) ve “Tağutluk/Şeytanlık (Tanrı’nın Unutulması)” (Kur’an) olarak nitelenmiştir.

Bu süreci Hannah Arendt şöyle yorumlar: “Homo Faber’in (alet yapan insan) insan-merkezci yararcılığı, en gelişkin ifadesini, Kant’ın (Aydınlanma’nın babası): ‘İnsan, asla amaç için araç haline getirilemez; her insan varlığı, kendinde bir amaçtır’ formülünde bulmuştur… Ancak, trajedi şuradadır ki, Homo Faber, kendi etkinliğini yerine getiriyormuş göründüğü anda, aklı ile ellerinin nihaî ürünü olan şeyler dünyasını değersizleştirmeye başlar. Şayet faydalanan/kullanan kimliğindeki insan, en yüksek amaç ise; ‘her şeyin ölçütü’ ise; o zaman Homo Faber’in işine dayanağını veren doğa, neredeyse salt ‘değersiz bir malzeme’ gibi muamele görmekle kalmaz; ‘değerli’ şeylerin kendileri de kendi aslî ‘değer’lerini yitirerek salt araçlar haline gelirler” (H. Arendt, İnsanlık Durumu. Çev: B. S. Şener. İst. 2006. s. 230).

Semavi/ilahi dinlerin temel değerleri olan ahlaklı bir “Tanrı” ve onun vadettiği ahlaki bir sonuç olarak “Ahiret”ten kopmuş modern (Aydınlanmış) “insan, yaşamını kazanmanın ya da yitirmenin kendi elinde olduğunu kavrarsa ve bunu gerçekleştirmek için aslında ne kadar yetersiz olduğunun farkına varırsa, o zaman Jean Paul Sartre’ın, ‘korkunun, insanın kendi kendisini bilmesiyle özdeş olduğu’ savı, anlaşılır olur: Korku içinde iken özgürlük, kendi kendisinden korkar. Eğer kötülük, zorunlu olarak korkudan çıkıyorsa; korku, insanın özgürlüğü ile ilgili ise; o zaman insanın özgürlüğü, ondan beklenenin tamamen aksini yapma olanağını içinde taşımaktadır! Özgürlükten korkma, boşa geçmiş bir yaşamın anlamsızlığı karşısındaki korkudan kaynaklanır. Ölüm, -eğer hâlâ gerçekten yaşanmamış bir hayatın sonunu oluşturuyorsa-; daha korkutucu olur. Bu nedenle ölüm korkusu, ölümden sonrasına yönelik değildir; aksine, boşa çıkan umut ve beklentilerin son bulduğunun kesinliği karşısında ‘ölümden öncesine’ ilişkin duyulan dehşeti yansıtır… Bu olasılık karşısında insanın duyduğu korku, onu vahşice korunma stratejilerine: ‘Ya ben ya onlar’ stratejisine; her şeyi kendi eline geçirme, her şeye hâkim olma stratejisine götürür. Yani kötülüğün mekanizmasının içine iter” (A. J. Bucher, “Yitirdiğimiz Suçsuzluğumuz Ya da Özgürlüğün Saldırgan Gücü üzerine”. Yüzyılımızda İnsan Felsefesi adlı kitabın içinde. Haz. İoanna Kuçuradi. Ank. 1997. s. 218-219).

Nietzsche’nin “Tanrı’nın Ölümü”, “Güç İstenci” ve “Ebedi Dönüş” metafiziğinin çağımıza egemen olduğunu söyleyen Heidegger, bu durumu şöyle tasvir eder: “Biz geç modernleri örtülü bir şekilde -kendimiz de dahil- ilişkili olduğumuz entitelerin tümünü doğaları gereği anlamsız (Bastand), yani optimize edilmeyi, düzenlenmeyi, maksimum randımana kavuşturulmayı bekleyen pür ‘kaynaklar’ olarak anlamaya ve bu tarz da ele almaya teşvik eden şeyin, tam da entitelerin varlığının bu ontolojik indirgemeci kavranışı olmasıdır” (Ian D. Thomson, Heidegger-Ontoteoloji. Çev: H. Arslan. İst. 2012. s. 75).

Günümüz toplumlarını “Şeffaflık Toplumu” olarak niteleyen Byung Chul Han, çağın ruhunu şöyle tasvir ediyor: “Günümüz şeffaflık toplumu, içinde metafizik bir gerilim barındıran o Tanrısal ışıktan (Nur-İG) yoksundur. Şeffaflıkta aşkınlık yoktur. Şeffaflık toplumu, ışık olmaksızın içini gösterir. Aşkın bir kaynaktan çıkan o ışık ile aydınlanmaz. Şeffaflığın ortamı, ışık değil; aydınlatmak yerine, her şeyin içinden geçen ve her şeyin içini görünebilir kılan ışıksız bir ışınımdır. Bu ışınım, ışığın (Nur) aksine; müdahaleci ve delicidir” (Byung Chul Han. Şeffaflık Toplumu. Çev: Haluk Barışcan. İst. 2022. s. 59).

Çağın ruhunu “Sahip Olmak “olarak kavramsallaştıran Erich Fromm, onu şöyle tanımlar: “Bu insan, mutluluğu, başkalarına üstün olmakta, gücünün bilincine varmakta ve son aşamada fethetme, soyma ve öldürme yeteneklerinde bulmaktadır. ‘Olmak’ ilkesinde ise, mutluluk sevgide, paylaşmada ve vermededir” (Erich Fromm, Sahip olmak ya da Olmak. Çev: A. Arıtan. İst. 1990. s. 121).

Heidegger’in, modern çağın ruhunu “Ruh’tan Zekâ’ya geçiş” olarak nitelemesini, Fromm, Darwin’in şahsında şöyle tasvir eder: “Salt bilimsel ve yabancılaşmış bir zekânın, insanın kişiliği üzerine yaptığı etkileri, en yoğun biçimiyle Charles Darwin’in yaşamında bulabiliriz. Kendi biyografisinde, otuz yaşına dek müzik, şiir ve sanattan büyük zevk aldığını; ama sonraki yıllarda bu yeteneklerinden yoksun kaldığını anlatır ve şöyle yazar: ‘Aklım, büyük bir bilgi birikimi arasından ha bire yeni yasalar filtre eden koca bir makinaya dönüşmüştü. Sevdiğim şeylerin artık bana zevk vermez oluşları ve onlardan uzaklaşmam, mutluluğu yitirmeme yol açmıştı… Çünkü doğal yanımızın (Fıtrat/Ruh-İG) en önemli yanını ve bize özgü olan duygularımı yitirmiştim” (Fromm, a.g.e., s. 213).

Bu süreci Yahudi düşünür Martin Buber, (söyledikleri, başta Yahudilerin çoğu için geçerli olmak kaydıyla-İG) şöyle tanımlamaktadır: “Nietzsche’nin sözleri ile ‘Tanrı’nın ölümü’nden beri, yani -gerçekçi konuşacak olursak- insan kalbinin (Ruhunun-İG) imge kurucu/tahayyül gücünün gerileme içinde olmasından beri; durum, artık eskisi gibi değil. Öyle ki, manevi öğrenci, Mutlağın (Tanrı’nın) tezahürünü bir bakışta yakalayamamaktadır. Sahte mutlaklar, ruhun üzerinde hüküm sürmektedir. Çünkü ruh, artık sahte olanları, hakiki olanın imgesiyle bozguna uğratıp kaçmaya mecbur edememektedir. Sahte mutlaklar her yere, insan dünyasının tüm sathına, Doğu’ya Batı’ya, soldan ve sağdan, ahlaki olanı yıkarak ve senden ‘kurban’ talep ederek, hiçbir engel tanımadan nüfuz ederler” (M. Buber. Tanrı Tutulması. Çev. A. Tüzer. Ank. 2013. s. 138). “Şu anda da vuku bulmakta olan bir ‘Tanrı Tutulması’ndan söz ettiğimizde, kastettiğimiz şey nedir? Bu mecaz ile biz, şu müthiş varsayımı ortaya koyuyoruz: Nasıl cismani gözümüzle güneşe bakıyorsak; ‘Ruh/Kalp Gözü’müz ile veya varlık gözü ile de Tanrı’ya bakabiliriz. Nasıl yeryüzü ile Güneş arasına tutulma esnasında bir şey giriyorsa; kendi varlığımız ile O’nun arasına da bu tutulmada bir şey girmektedir” (Buber, a.g.e., s. 153).

Bu araya giren şeyin, Heidegger’in “Gestelle (Kafesleme)” nitelemesi ile çağdaş dijital zekâ teknoloji ve teknik (Ruhsuz) düşünme olduğu kanaatindeyim. Ben, modern -dijital- teknolojiyi, ipek böceğinin kendine ipek ipinden (müthiş bir teknoloji) ördüğü kozaya benzetiyorum. İpek böceği, eğer bir çıkış iradesi gösteremez ise, koza içinde ölür. Bu kozanın gücü ve direncine gelince: “Allah’tan başkalarını (yapay zekâ-İG) dost edinenlerin durumu, kendilerine bir ev (Ge-stell-İG) edinen örümceğin durumu gibidir. Evlerin en ‘dayanak-sızı’, örümcek evidir; keşke bilselerdi” (29/41).

Metafizik Çanağın Dehşet Tezahürleri: Çağdaş Soykırımlar ve Katliamlar

Materyalist Komünizm ideolojisi adına Stalin ve Mao tarafından yapılan katliamlar, Hitler’in Faşizm adına Yahudilere uyguladığı soykırım (Holokost), Sırpların Boşnaklara karşı işledikleri soykırım (Srebrenitsa) ve İsrail’in Gazze’de Filistinlilere karşı uyguladığı soykırım… hepsi, çağın ruhunun tipik tezahürleridir. Bu soykırımlara Hristiyanlığın veya Yahudiliğin “maske” edilmesi, gerçekçi değildir ve komiktir. Hitler, seküler ırkçılığına Protestan Kilisesi’ni ortak etmeye çalışmıştır. Sırplar, Ortodoksluğu, soykırımlarına maske yapmaya çalışmıştır. Örnek olarak Yahudilerin bugünkü sözde ‘Mesihçi Hükümet’i, Gazze katliamında 60 bin sivil, 18.500 çocuk, 2.200 aileyi toptan yok etmiştir. Katliama devam ediyorlar. Hamas’ın 7 Ekim saldırısını, millileştirilmiş Tanrıları olan Yehova’nın bir lütfu olarak “mucizevi an” diye nitelediler. Yahudi Teolojisi, ta başından beri büyük ölçüde “ırkçı/seküler” bir Tanrı’yı teslim alma girişimidir. Tanrı’ya teslim olmadıkları gibi; ahirete de inanmadılar. Tanrı, onlar ile ahitleşmek istediği zaman: “…Dinledik, ama itaat etmiyoruz” dediler. Nankörlükleri nedeni ile kalplerine “Altın Buzağı Sevgisi (Conatus Essendi=Varlıkta ayak direme-Spinoza-İG) içirilmişti.” (2/93). Yahudiler, Tanrı’ya eş koşan/putperest/paganlardan daha dünyevidirler (seküler): “Sen, onları, müşriklerden daha ihtiraslı olarak hayata sarılmış olarak bulursun. Onlardan her biri, binlerce sene yaşamak ister” (2/96). Yahudi filozof Spinoza, felsefesinde bu tutumu, “Conatus essendi (varlıkta ayak direme)” olarak olumlamıştır. Hz. Musa başta olmak üzere, bütün Yahudi peygamberleri (İşaya,  Yeremya, Yahya, İsa…) onların bu müstekbir/müstağni ve muannit tabiatları ile mücadele etmiştir. Tanrı, onları Babilliler, Asurlular ve Romalılar eliyle defaatle cezalandırmıştır (17/3-6). Onların bu nadanlığını Tanrı şöyle değerlendirmiştir: “Tevrat ile mükellef tutulup da onun ile amel etmeyenlerin durumu, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir…” (62/5). Kitab-ı Mukaddes’ten rahatça bunu takip etmek mümkündür. Yahudi bir filozof olan Spinoza, sonunda Tanrı’nın tekliğini ve ahlaki kişiliğini reddederek, O’nu, varlık ile aynileştirmiştir (Panteizm).

2.000 yıldan fazla bir süredir sürgünde yaşayan Yahudiler, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, İngilizlerin, onlara kendilerine “Vadedilen Topraklar”da bir devlet (İsrail) bahşetmesi ile diasporada binlerce yıl boyunca geliştirdikleri zekâlarını (ruhları değil), biriktirdikleri paraları ve kurnazlıklarını bir şiddet/terör odağı olarak kristalleştirdiler.

Katliam ve soykırımların yaygınlaşması ve medya aracılığı ile muttali olunması, kitlelerde çaresizlik duygusu yaratarak kanıksanmasını ve “Bana değmeyen yılan bin yıl yaşasın” tutumunu doğuruyor. Vicdanlı insanların (Yahudi olanlar dahil), dünyanın dört bir yanındaki protestolarına rağmen; bahsetmiş olduğum olgu da yakıcı bir gerçektir: “Üzüm üzüme baka baka kararır” ve “Kıratın yanında duran, ya tüyünden ya da huyundan kapar” atasözleri ve “Uçuruma uzun süre bakarsan; uçurum da senin içine akar” özdeyişi (Nietzsche), bu gerçeği yansıtır.

Kurtuluşun Metafizik Çanağı

Martin Buber, “Tanrı ışığının tutulması, asla bir sönüş değildir; yarın dahi araya giren şey ortadan kaybolabilir” (Buber, a.g.e., s. 148) dedikten sonra, felsefenin ve teolojilerin Tanrı’yı temellük eden “Ben-O” ilişkisinden “Ben-Sen” ilişkisine geçilmesi gerektiğini, çözüm olarak önerir: “İhtiva edilemez ötekiliğin farkına varmış olarak bir varlığı, herhangi bir şekilde kendimle birleştirme ve onu ruhumun bir parçası yapma iddialarından vazgeçtiğimde, işte ancak o zaman, = benim için hakiki anlamda ‘Sen’ olur. Bu, insan olduğu gibi, Tanrı için de geçerlidir.” (Buber. a.g.e. s. 110).

Yahudi kökenli ahlak filozofu Emmanuel Levinas, 2.500 yıllık Batı Felsefesini/Metafiziğini, Başka’ya karşı duyduğu dehşetle, önüne geçilmez bir alerjiyle malul bir tür “Egoloji”, “Ontolojik Emperyalizm” ve “Aynının Tahakkümü” olarak niteleyerek, İlk Felsefenin, büyük “Başkası/Öteki” olarak Tanrı ve küçük “öteki/başkası” olarak da insan olması gerektiğini ileri sürer: “Etik öznelik, ontolojinin her şeyi kendine indirgeyen idealleştirici özneliğinden kurtulur. Etik ‘ben’, tam da başkası önünde diz çöktüğü, kendi özgürlüğünü başkasının daha önde gelen çağrısına feda ettiği ölçüde öznedir. Bence öznenin özgürlüğü, en yüksek veya ilk değer değildir. Bizim, beşerî başkaya veya Mutlak başka olan Tanrı’ya cevabımızın yad-erkliği, öznel özgürlüğümüzün özerkliğinden önce gelir. Sorumlu olanın ‘ben’ olduğumu teslim eder etmez, özgürlüğümün, başkasına karşı bir yükümlülük tarafından öncelendiğini kabul ederim.” (E. Levinas. Sonsuza Tanıklık. Çev: Z. Direk. İst. 2003. s. 276). “Başkasına ne diyalektik olarak ne de mantıksal olarak hiçbir şeyi borçlu olmayan bencil, bağımsız, kendine yeterli ve müstağni benin keyif alması, bizi, esasen ayrılığa götürür. Ayrılık, özünü, soyut bir formalizmde tüketme; ama ekonomik yaşamın somutluğunda gerçekleştirir. Bağımsız olma, ya da ayrı olma, katlımla (paylaşma ile-İG) bağını koparma ve ortaklık mantığına karşı gelmektir.” (Ö. Gözel, Varlıktan Başka (Levinas’ın Metafiziğine Giriş) İst. 2011. s. 167).

Nietzsche’nin “Tanrı’nın Ölümü” ve M. Foucault’nun “İnsanın Ölümü”nü, seküler insanın “Ruhunun/Kalbinin ölümü” olarak niteleyen Faslı İslam düşünürü Taha Abdurrahman, insanın kurtuluşunu, Kur’an’dan kalkarak geliştirdiği “İlahi Emanet Paradigması”nda görür: “Melekût’un (Allah’ın hükümranlığı), Tağut’tan (Güç İstenci/Ubermanch-Şeytan-İG) başka alternatifi yoktur. Tüm eksikliklerden münezzeh olan Yaratıcı’sına kulluk etmeyen, bir başkasına kulluk eder. Hem de yanı başında olan kendi benliğinden (Ego) başlayıp; en ücra yerlerde olan nesnelere varıncaya kadar onlara kulluk eder. Bu durumda seküler insanın görmek istediği içindeki sen/bilinçaltının, Tağuti bir bilinçaltı olması gerekir. Bu da Rabbi ile olan ahdini (Ezeli misak) reddetmekle gerçekleşir. Diğer bir gerçek de şudur: Tağuti bilinçaltı, ölü bir yapıdır; yani kendisine yaşamı/canlılığı sağlayan utancın/hayanın kaybedilmesidir. Bu ölmüş bilinçaltına bu açıdan bakan kişi, orada ölümden başka bir şey görmez.” (Taha Abdurrahman, Dinu’l-Haya. Beyrut. 2017. S. 330). Modern seküler “ölü insan”ın temel niteliklerini soyut akılcılık, tuğyan, ahlaki sınırları aşma olarak tecavüz ve her şeyi temellük olarak niteleyen Abdurrahman, soyut akılcılığa karşı ilahi lütuf tarafından teyit edilmiş bir akılcılık; tuğyana karşı tevazu, tecavüze karşı haddini-hududunu bilme ve temellüke karşı her şeyin ilahi bir “emanet” olduğunu, insanın kurtuluşunun ahlaki şartları olarak görür (Abdurrahman, a.g.e., s. 245-247).

Kur’an açısından kötülüğün kaynağı: “Allah’ı unuttuğu için, Allah’ın da, insana kendi kendini unutturmasıdır” (59/19). Böyle olan: “Kafirler, Tağut Yolunda (Güç İstenci) savaşırlar” (4/76). Yahudi-Hristiyan ve Müslümanlara gelince; onların bugünkü durumu şöyledir: “İman edenlerin, Allah’ı hatırlamaktan ve kendilerine indirilen hakikatten dolayı kalplerinin ürperme zamanı hâlâ gelmedi mi? Daha önceleri kendilerine kitap verilip de, aradan uzun zaman geçince, kalpleri katılaşanlar olmasınlar. Onların çoğu, yoldan çıkmış kimselerdir” (57/16). Ne kitapsızlar (6/91), ne de kitaplıların çoğu, Tanrı’yı (Hakk) gereği gibi takdir edip; onunla canlı bir iman ilişkisine giremediler. Çözüm, Kalbin/Ruhun ürünü ve dinamosu olan (itikat değil) imandır: “İnnema yetezekkeru ulu’l-elbab” (13/19, 38/29,39/9…).

Türkiye’den Manzaralar

Türkiye’nin, çağın ruhundan masum ve müstesna kalması düşünülemez. İnsanın kalbini/ruhunu (vicdan) diriltme çabası olan (“li yunzire men kâne hayyyen”36/70) İslam, anakronik kavram-kurum ve kalıpların içinde donmuş, ölü alışkanlıklar ve kör taklitler olarak can çekişiyor. Cahiller, bu imge ile kendilerini kandırıyor iken; zayıf müminler, küçük günah işlememeye gayret ediyor; kurnazlar ise başkalarını kandırarak kendilerine çıkar ve itibar devşiriyorlar. Çağın ruhu “Haz ve Hız”ın semptomları olan narsisizm, hukuksuzluk, rüşvet, yolsuzluk, çeteleşme/mafyalaşma, sokak cinayetleri, ulusal felaketler/facialar… artıyor.

Sonuç

Sözü, popüler müziğin dolaşıma soktuğu Mustafa Sandal’ın bir şarkısındaki dizelerle bitirmek istiyorum: “Onun arabası var; güzel mi güzel / Şoförü de var; özel mi özel / Bastı mı gaza, gider mi gider / Ama, maalesef Ruh’u yok; onun için de, hiçbir şansı yok.” Ya da bir Anadolu ezgisinde dendiği gibi: “İnsanı, insandan ayırıyorlar / Bu senden, bu benden; kayırıyorlar / Dört kitap, ne diyor? Anlamıyorlar / Yetiş, ya Muhammed; yetiş, ya Ali.”

Hayvanlar ve Şeytanlar Dinleyemez

Sözü dinleyip de, onun en güzeline uyanlar varya; işte onlar, Allah’ın hidayete erdirdiği kimselerdir ve İşte onlar, vicdani özü olanlardır.(39/18)

İnsanda iki kulak ve bir ağzın olması, dinlemenin konuşmadan önceliğini ve iki dinleyip, bir konuşmayı ima eder (Anam, öyle derdi). “Söz, gümüş ise; sükut (dinleme), altındır.” sözü de, aynı gerçeğe işaret eder. İnsan –ve de Müslüman- olmanın ön koşulu, dinlemektir. Erdem olan dinleme, duymak istediğini dinlemek değildir; duymak istemediğini, dinleyebilmektir. Çünkü duymak istediğin şey ön-yargılarını, çıkarını, ezberini, alışkanlığını, konforunu, arzularını pekiştiren şeydir. Duymak istemediğin şey ise,- genellikle vicdanın sesi olarak- bunlara karşı olan şeydir. Karşıdakini/muhatabını dinleyebilmek, en temel erdemlerden biridir. Dinlemeden, sürekli dırdır etmek, gevezelik yapmak, marifet değildir.

Varlığı-oluşu, olup-biteni, olayları-olguları, insanlık durumlarını gözleyerek, düşünerek anlamak, idrâk etmek, ibret almak, birinci vazifemiz ise; insanları, muhataplarımızı, etrafımızdakileri dinleyerek anlamak, ikinci ahlaki vazifemizdir. Atalarımız ne güzel demiş: Dinleyene, sivrisinek saz; dinlemeyene, davul-zurna bile azdır.”
Türkiye toplumu, son yıllarda giderek dinleme kapasitesini kaybetmiş; “Körler, sağırlar; birbirini ağırlar” deyiminin ima ettiği gibi, duymak istediğini dinleyen “Yankı odaları” oluşmuş; iletişim ortamı “Yer, demir; gök, bakır” dönüşmüştür. Başat aktivite haline gelen Siyaset konuşmanın, dırdırın, gevezeliğin sembolü haline gelirken; dinlemenin toplumsal formasyonları olan ahlak, hukuk ve adab-ı muaşeret alabildiğine gerilemiştir. Kartlaşmış seküler-muhafazakâr ideolojik kesimler ve ideologları, mezhepler-tarikatlar-cemaatler, ekonomik sınıfların birbirini dinlemeye, hatta görmeye büyük oranda tahammülleri yoktur. Ülkemiz söz dinlemeyen, burnunun doğrultusunda giden, burnu havada, bilmediğini bilmeyen (cehl-i mürekkeb), bildiğini sanan boru-düdük insanlarla dolu.

Çağımızın en büyük afetlerinden biri de “Gözün Egemenliği” dir. İnsanların kalbi ve kulağı değerden düşürülerek salt “Gözde” ve “Göz-önünde” olmaya teşvik edilmektedirler. İnternet, telefon ve sosyal medya aracılığı ile her şey göze sokularak, şeffaflaştırılarak ayan-beyan ortaya dökülmüştür. Teşhircilik, birinci doğamız haline gelmiştir. Mahremiyetin kıymeti kalmadığı gibi; dinleme ve düşünme de, alabildiğine gerilemiştir.
Dinleyememenin, iki temel nedeni vardır: Birincisi, içgüdü-cehalet yani hayvanlık eğilimi; İkincisi ise, istiğna/istikbâr/narsizm yani şeytanlık eğilimi. Kur’an’da “hayvanlaşma” ve “şeytanlaşma”, insanların ahlaki tutum, tavır ve davranış tarzları olarak eleştirilir (7/179,25/44, 6/112,2/14…).

Kur’an, dinlemeye haddinden fazla önem verir. Ahirette cehennemlikler, şöyle derler: “Şayet dinleseydik ve düşünseydik(akletseydik), cehennem ehli olmayacaktık.”(67/10). Allah, müminleri nitelerken: “Onlar, sözü dinleyip en güzeline uyarlar.”(39/18) der. Yine müminlere hitaben şöyle der: “Kur’an okunduğunda, kulak verin ve onu dinleyin ki, merhamet olunasınız.”(7/204). Dinleyemeyenler, kabirdeki ölülere benzetilmiştir: “Sen, kabirde olan ölülere dinletemezsin.”(35/22). Allah, muhatap aldığı toplumu ve her bir bireyi dinlemiştir: “Allah, kocası hakkında seninle tartışan ve kocasını Allah’a şikayet eden kadının sözünü işitmiştir. Allah, sizin tartışmanızı dinliyordu.”(58/1). Kıssaların Kur’an’da anlatılma gerekçesi: “ …uyanık ve duyarlı kulaklar, ondan ibret alsınlar” diyedir (69/12). Allah, 610-632 tarihleri arasında Arap toplumunu dinleyerek (Kalellezine keferu=Kafirler dediler ki… Yekulu’l- münafikun= Münafıklar diyorlar ki…, Kaleti’l-A’rabu=Bedeviler dediler ki…. ) onların sorunlarını çözmeye çalışmıştır. Allah, mutlak kudret sahibi olduğu halde; yaratmış olduğu kullarını anlayıp dinlemeye çalışırken; şeytanlaşmış veya hayvanlaşmış insanlar, bunu yapmıyorlar.
İlk Felsefenin Ontoloji değil, Ahlak felsefesi olması gerektiğini söyleyen ahlak filozofu Emmanuel Levinas’da, “Başkası/Öteki” ni (görme ve dinleme yolu ile) dikkate almanın, “Ben”i kurmanın ve ahlakın özü/temeli olması gerektiğini söyler:” Etik öznellik, ontolojinin (aynının) her şeyi kendine indirgeyen idealleştirici egoizminden kurtulur. Etik “Ben”, tam da “Başkası” önünde diz çöktüğü; kendi özgürlüğünü, Başkasının daha önde gelen çağrısına feda ettiği ölçüde özne (Ben) dir. Bence öznenin özgürlüğü, en yüksek veya ilksel değer değildir. Bizim, beşeri “Başka”ya veya mutlak “Başka” olan Tanrı’ya cevabımızın özgeliği/yad-erkliği, kişisel özgürlüğümüzün özerkliğinden önce gelir. Sorumlu olanın “Ben” olduğunu teslim eder etmez, özgürlüğümün, başkasına karşı bir yükümlülük tarafından öncelendiğini kabul ederim.”(E.Levinas, Sonsuz Tanıklık. Çev:Z.Direk. İst. 2003.s 276.)
Hasılı, hayvansı veya şeytansı bir iğva olan gevezeliği, dırdırı azaltıp, ötekine yaklaşmak, kulak asmak, kulak vermek, kulak kesilmek, -Koyunun, kaval dinlediği gibi değil-; can kulağı ile dinlemek zorundayız. İnsan olmak, böyle bir şeydir.

‘Otoriteyi Tanrılaştırmak’

Mülkiyet ve otorite arasındaki bağ, kesinlikle çok açıktır. İnsan, malik olduğu kadar kuvvet elde eder. Otoritesi arttıkça, kuvveti de artar. Otoritesi azalırsa, kuvveti de azalır. Kuvvet, otoritenin ve iktidarın bir ifadesi iken; durum ne olursa olsun, otorite ve iktidar yönetim için zorunludur. Ne var ki insan, kendisi dışındaki bir varlığın otorite ve iktidarına –bu, Tanrı’nın otoritesi bile olsa- kafa tutmaya başladığında, bu talebi ve arayışı şiddetlenir ve öyle bir düzeye ulaşır ki, cesur bir şekilde daha ileriye atılarak sınırları zorlar. Artık “vasıta” arayışından “gaye” arayışına evrilir. Bu ise, otorite ve iktidarın insanın yönetimi vasıta olarak aradığı bir şey olmaktan çıkar, bizatihi gaye olarak peşine düştüğü bir şeye dönüştürür. … Buna bağlı olarak yönetimde ve siyasi strateji çerçevesinde Tanrı’ya kafa tutma, giderek iktidar ve otorit6e alanında Tanrı’ya kafa tutmaya evrilir. Artık bu durumda iktidar sevgisi, insanın kalbini tamamen kaplar ve bu sevgi onun batınına yani iç dünyasına tamamen yerleşir. Artık insan, Tanrı’ya taptığı gibi iktidara tapmaya başlar. Bunun en iyi göstergelerinden biri, muktedirlerin, (çeşitli teknik, vitamin ve ilaçlarla-İG) ölümü alt etmeye çalışmalarıdır. İktidar, onun peşine düşenin kalbinde muhteşem bir olgu olarak Tanrı gibi tapınılan bir şeye dönüştüğünde seküler ahlak yanlılarının, (ve de Tanrı-Din adına yönettiğini iddia edenlerin-İG)otorite ve iktidar arayışına olan çağrısının, Tanrı’nın otoritesine ve iktidarına başkaldırı ve kafa tutma olarak ortaya çıktığı söylenmelidir…. Özetle, laik ahlak, insanı, buyruk ve otorite sahibi Tanrı’ya “kul” olmaktan uzaklaştırır uzaklaştırmaz, onu kendi iradesine göre karar veren kahredici (Kahhar) egemen bir yeni iktidarı tanrılaştırma tuzağına çoktan iter.”(Taha Abdurrahman, Seküler Ahlakın Sefaleti. Çev: Soner Gündüzöz. İst.2023. s 134-137

“(Karizmacı/Saltanatçı/Siyasal İslamcılardan ayrı olarak) “Arınmaya yönelmiş dindarlar”, insanların kamu yararına uymak, topluma hizmet etmek, vatani görevlerini yerine getirmek, toplumu yeniden inşa etmek, tarihe mal olmak, değişim vasıtalarını harekete geçirmek,, tarih yapmak ve insanlığın tecrübelerini harekete geçirmek…gibi cafcaflı sözler ile içlerinde sakladıkları iktidar sevgisinin, onların kalplerini bütünü ile ele geçirdiğini fark etmişlerdir. Bu gerçek niyeti kamufle eden kurnazlığın en iyi kanıtı, yönetim sorumluluğunu üstlenmeye talip kişilerin, çok geçmeden başkalarının gözünün yaşına bakmadan, onlara parmak sallaması ve sonu gelmeyen türlü çekişmelere girmeleridir. İktidar hırsı içinde yanıp tutuşan muktedirleri bütün bunlara yönelten şey, nefislerine çöreklenen ve herşeyi ele geçirmeye çalışan egemenlik şehvetidir. Elbette onlar, bu egemenlik şehvetinin, bütün davranışlarını içine alacak şekilde her şeyi kontrolü altına aldığının farkında bile değillerdir. Hatta onlar, bu gerçeği bazen tamamen inkâr edebilirler. Bu konudaki durumları, ağır hastanın, tedaviye karşı çıkmasına benzemektedir. Aslına bakılırsa, bu tür bir sorumluluğun, görevleri yerine getirmeye yönelik bir yarıştan çok, iktidarı ele geçirmeye yönelik bir tutum olduğunu, aklı başında hiç kimse inkâr edemez. Bundan dolayı, arınmaya gönül verenler, sorumluluk kılıfı altında iktidarı ele geçirmeye yönelik bu vahim başkaldırıya karşı şiddetli bir nefret beslerler. Buna mukabil onlar, meşakkatli olduğundan, maslahat ve menfaatlere ulaşmaya imkân vermediğinden ya da gözle görülür riskleri nedeniyle, çok fazla itibar edilmeyen sorumlulukları alma konusunda yarış halindedirler. İktidarı ele geçirmeye yönelten motivasyon, aslında gizli bir patolojik durumdur. Kişinin başkası üzerine tasallut kurmadan önce, anasından emdiğini burnundan getiren bu amansız hastalıktan kurtulması gerekmez mi?”(T.Abdurrahman, a. g.e. s269-27o)

*- Bu yazı, yakınlarda Türkiye’yi ziyaret edip seri konferanslar veren ve Faslı düşünür -ahlak ile din ve ahlak ile siyaset arasında ayrım yapmayı kategorik olarak reddeden- Taha Abdurrahman’ın “Seküler Ahlakın Sefaleti” adlı kitabından iktibas edilmiştir.

Artan ‘Facia/felaket’ler ve Yönetim ‘zaafı’

Facia” ve “Felaket” kavramları, Faillerini gizleyip “Fail-i Meçhul” e dönüştüren, sorumluluktan kaçmayı doğuran maske kavramlardır. Son yıllarda Türkiye’de artan felaket ve facialarda da durum böyledir. Örneğin: 13 Mayıs 2014’te meydana gelen Soma Maden ocağı faciasında 301 kişi, 8 Temmuz 2018 Çorlu tren kazası faciasında 25 kişi, 2019-2024 arasında faaliyet gösteren “Yeni Doğanlar Çetesi” faciasında en az 10 çocuk, 21 Ocak 2025 Kartalkaya Otel yangını faciasında 78 kişi öldü. 7 Temmuz 2025 mağara metan gazı faciasında 12 Askerimiz şehit oldu. Bu felaket ve facialara ek olarak, son yıllardaki orman yangınları felaketlerine ve 7 Şubat Kahramanmaraş depreminde bina denetimsizlikleri ve kurtarma faaliyetlerine anında etkin müdahale edilememesi sonucu ölü sayısının artması….

Bu felaket ve facialarda yönetim zaafı iki şekilde ortaya çıkmaktadır.

  1. Görevlilerdeki ehliyet/liyakat eksikliği;
  2. Faillerin ortaya çıkarılması ve etkin olarak cezalandırılmasındaki eksiklik.

Facia ve felaketlerde sorumluluk, genellikle “müşterek ve müteselsil”dir. Ciddi bir tahkikat yapılamadığı sürece tüm sorumlular hakkıyla ortaya çıkarılamaz. Bir veya iki tane “Günah Keçisi” bulunup sorumluluk onların üzerine atılır. Facia ve felaketlerden sonra yetkililer medyaya çıkıp: “Ucu kime dokunursa dokunsun, sorumlular bulunacaktır.” veya “Kimsenin gözünün yaşına bakılmayacak” yollu beyanatlar verir. Ama, kazın ayağı öyle değildir. İşleyen ilkeler: “Kol kırılır, yen içinde kalır.” veya “Kan kusup, kızılcık şerbeti içtim” denilir. Amaç, “zülf-i yâre dokunmamak”tır. Çünkü söylediklerini yaptıkları takdirde, oy kaybedeceklerini düşünüyorlar.

Oysa Kur’an, bu konularda gayet açık ilkeler koymuştur. İş/sorumluluk vermede asıl olan ehliyettir: “Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor.” (4/58). “Ey iman edenler, kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınız aleyhine dahi olsa, Allah için şahitlik yaparak adaleti ayakta tutan kimseler olun. Davalılar, zengin veya fakir de olsa, tarafgirlik yapmayın; çünkü Allah, onlara sizden daha yakındır. Dolayısıyla, adaleti yerine getirmede arzularınıza uymayın; eğer gerçeği çarpıtırsanız veya adaleti yerine getirmeden cayarsanız, Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (4/135). Dikkat edilirse, bu mevzularda “Biz ve “Öteki” ayrımı ehliyet ve adalet üzerinden kurulmaktadır; inanç, akraba, zengin-fakirlik üzerinden değil.

Türkiye’de siyaset kimlik üzerinden yapıldığı için, “Biz” ve “Öteki”yi büyük ölçüde etnik köken, inanç-mezhep ve dogmatik ideoloji (çağdaş-dindar) belirliyor. İktidarda da muhalefette de “Kimlik Siyaseti” işliyor. Bu durumda “Ehliyet ve Adalet” neredeyse sıfıra müncer oluyor.
Facia ve felaket anında iş başında olanlar:

  1. Ehliyetsiz/liyakatsiz (cehalet),
  2. İhmalkâr,
  3. Üstleri/amirleri tarafından titizlikle denetlenmedikleri için, bu suçlar “müşterek ve müteselsil” sorumluluk/faillik olarak siyasi bürokrasiye ve iktidara kadar uzanır. Çünkü işler, memuriyetler, sorumluluklar, genellikle “Bizden”liğe göre dağıtılıyor.

Diğer taraftan, yargılamaların:

  1. Uzun sürmesi,
  2. Gerçek/Hakiki faillerin ortaya çıkarılamaması,
  3. Verilen cezaların yetersizliği, felaketlerin/faciaların sürmesini ve maşeri vicdanın yaralanmasını doğuruyor.

Örnek olarak Kartalkaya otel yangınında ortaya çıkan durum ibret vericidir.

  1. İşletmenin güvenli bir şekilde hizmetine devam etmesi için gerekli olan sorumlulukların kesin olarak tanımlanıp tevzi edilmemesi;
  2. Denetlemelerin yapılmaması veya ihmal edilmesi, “müşterek ve müteselsil faillik/sorumluluk” olarak bütün bürokrasiyi ve burayı da geçerek siyasal iktidara kadar (Turizm Bakanlığı) uzanır. Bu facia/felaket, ülkemiz ve milletimiz adına utanç verici bir hadisedir. Benzer durumu, diğer facialara-felaketlere de teşmil etmek mümkündür.

Sonuç olarak, medeni bir toplum kurmak istiyorsak, vatandaşlar arasında “Biz ve Öteki”nin ayırım kriteri “Ehliyet ve Adalet” olmadığı müddetçe, bu tür felaket ve facialar devam eder gider. Rahmetli anamdan kulağımda kalan bir “Mani”nin dörtlüğü şöyledir: “Dağlar evvelki gibi/Bağlar evvelki gibi/Ne olursa, ölene olur/Sağlar evvelki gibi.” Anasını sattığım memleketimde hiçbir şey değişmeyecek mi? “Dindar” olduğunu söyleyen yöneticilerimiz, neden dönüp, Allah’ın “ne” dediğine kulak asmazlar?