Ak Parti ve Kültür

Kültür Nedir?

Kültür, insan soyunun, yaşamını korumak ve sürdürmek için çıplak tabiat üzerine işlediği-inşa ettiği maddi ve manevi formasyonların toplamıdır. Din-ahlak, sanat, bilim, mimari, yönetim (siyaset-hukuk), üretim (iktisat), adab-ı muaşeret… kültürün başlıca unsurlarıdır. Etnisite/dil ve coğrafya-iklim, kültürleri farklılaştıran temel hususlardır. Yaratıcı bir kapasiteye sahip olmak kadar; kültürü canlı bir şekilde, başka kültürlerle iletişime girerek-etkilenerek yenilemek de, bir maharet ve marifettir. Kültür, hayret ve merak makamında olan, vicdanı rahatsız ve tetikte olmayı başaran yaratıcı insanların üretebileceği bir şeydir. Konformistlerin, tembellerin, vurdumduymazların ve mukallitlerin kârı değildir. Örf/maruf, gelenek, töre, adet, teamül yaratmak kadar; bunları yenilemek de bir o kadar marifettir. Katı muhafazakârlık, taklit ve gelenekselcilik, dogmatiklik, kesin-inançlılık, entegrizm, fundamentalizm (“Yedisinde ne ise, yetmişinde de o olmak”) marifet değildir. Marifet, geleneği organik bir şekilde yaratıcı olarak yenilemektir. Asalet, aristokrasi, kendi olmak, elitlik, özü-gürlük kadar; başkasına, yeniliğe, dinlemeye, yaratmaya açık olmak da övünülecek marifetlerdir.

Allah’ın, insanları farklı renklerde ve farklı dillerde yaratması (30/22), farklı kültürel formasyonların (müzik, mutfak, sanat, mimari, edebiyat, folklor…) oluşmasını istediği anlamına gelir. Bu çoğulculuk içinde, İlahi vahiy/peygamberlik dini, insanlara tek ve doğru bir hayat anlayışı/dünya-görüşü ve ahlak karakteri (iman ve salih amel) vermek ister. Gerisi, herkesin kendine kalmıştır. Ve mubahtır.

Türkiye’nin Başına Gelen: “Kültür Devrimi”

Osmanlı toplumu, Müslüman Türklüğün ortaya koyduğu son politik-kültürel kategori ve gövdedir. Son üç yüzyılında dönemin politik, iktisadi, kültürel, teknolojik, askeri meydan okumalarına cevap veremediği için çökmüştür. Sarayın ve İttihat ve Terakki Partisi’nin çırpınışları fayda vermemiştir. Cumhuriyet kadroları hayatta kalmanın, tarihe tutunmanın (To be or not to be) yegâne yolunun, ancak bir “Kültür Devrimi” ile mümkün olabileceğine inanarak çöküşe sebebiyet veren Hilafet-Şeriat ve Tarikat kurumlarını ilga ederek çağdaş, seküler bir ulus-devlet inşa ettiler. Bir askeri-elit azınlığın, bir toplumun tümünün ilanihaye geleceğinin/kimliğinin nasıl olması gerektiğine zorla karar vermesinin (Kültür Devrimi) azametli sorunsallığı ayrı bir mevzudur. Devrimcilerin, İslam’ın özüne dahi şaşı bakışları, toplumda derin bir uçuklama yaratmıştır.

Bu devletin ahalisi: 1- Bu devrimlere sonuna kadar karşı olan mütedeyyin yerli Anadolu halkı, 2- Devrime inanan şehirli azınlık, 3- Nüfus mübadeleleri veya Balkanlardan-Kafkaslardan Anadolu’ya göç etmiş -Osmanlı bakiyesi- Müslümanlardan oluşmaktaydı. Özetle, “yüzde 99’u Müslüman” olsa da; ideolojik, dinsel (mezhepsel) ve etnik/dilsel olarak homojen-organik olmayan bir “toplum” değil; çeşitli kapalı komünitelerden oluşan bir “topluluk” idi. Uzun bir süreden beri Türkiye’de siyasetin, özünde ideolojik, dinsel ve etnik/dilsel bir “kimlik siyaseti” olmasının nedeni budur. Cumhuriyet, özünde kültürel-organik bir “tecdit” değil; büyük oranda bir “taklit” olduğu için özgün kültürel formlar yaratamadı. Buna karşı çıkan “muhafazakâr-sağcı”lar da, kültür formları yaratmada zaten  “özünde-yetersiz” oldukları için, Türkiye’nin siyasal-kültürel hayatı uzun bir süreden beri “mukallit-mahalle kavgası”na dönüştü. Cumhuriyet döneminde Ahmet Hamdi Tanpınar, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Yahya Kemal, Fuat Köprülü, Peyami Safa, Mümtaz Turhan, Kemal Tahir, Hikmet Kıvılcımlı…gibi “kökü mazide olan âti” mottosu ile cılız da olsa, bir organik yenilenme damarı olmuşsa da pek etkili olamamıştır. Herkesin paylaşacağı-katılacağı ortak kültürel “kanon”lar yaratılamamıştır. Örneğin Kur’an dışında Divan-ı Hikmet (A. Yesevi), Divan (Y. Emre), Safahat (M. Akif), Nutuk (M. K. Atatürk), Mesnevi (Mevlâna)…gibi klasikler, toplumun tümü tarafından hâlâ okunamamaktadır.

Siyaset-Kültür İlişkisi

Türkiye’de gönüllü-toplumsal sözleşmeye-konsensüse dayalı uzun ömürlü siyasi, kültürel, iktisadi, dinî, hukuki kurumsallaşmalar olmadığı için; siyaset, kültür ve iktisat, farklı komüniteler arasında “post (deri veya makam) kavgası”na dönüşüyor. Son 20 küsur yılda, büyük şehirlerde meskûn olsa da, taşra kökenli ve taşralı, görece fakir muhafazakârlar, içlerinden biri olan, Kasımpaşa’da büyümüş, “dik-duran” (!) imam-hatipli birini önce İstanbul Belediyesi’nde deneyip sonra da onu merkezi siyasette iş başına getirdi ve arkasında durdu. Muhafazakârlar, çağdaşçı seküler devrimcilerden rövanş aldı. Marx’ın dediği gibi çatışma, kökeninde ekonomik (maddi kapital) olduğu halde; görünüşte kültürel/dinsel sembolik kapitaller (örneğin, “başörtüsü”) üzerinden yürütülür. Türkiye’de de çatışma, hem kültürel hem de iktisadi idi.

“Kültür” sorununu, “turizm” olgusu ile eşleştirerek ikisini bir “bakanlık”ta toplamak, kültür sorununa turizmin bir parçası olarak tarihi mekânlar (ören yeri) olarak bakmak anlamına gelir.

Devletin elindeki ekonomik kaynaklardan uzak tutulmuş, görece daha zayıf olan muhafazakârlar iktidar olunca ekonomi el değiştirmeye başladı. Fırsatı “ganimet” bilen muhafazakârlar, çağa egemen olan (niteliğin değil; niceliğin egemenliği) “haz ve hız”a balıklamasına dibine kadar daldılar. Rant ekonomisi ile birlikte “borsa” ve “bitcoin”den, yani üretim ve emek olmadan/havadan para kazanma yaygınlaştı. Bu ortam, kültürel bir vasatlaşma-paçozlaşma yarattı. Oysa sağlıklı ve medeni bir toplumda din, bilim, hukuk, iktisat, sanat, yerleşik kurumsal yapılarla yürütülür. “Biz” demek kadar “Ben” demek de, esastır. Bireysel ödevler kadar bireysel haklar (insan hakları) da önemlidir. Yasalara itaat kadar eleştiri de esastır. Türkiye halkının “toplum” olamaması, varlığını devlete borçlu olması, komünitelerden oluşan topluluk olması, “kimlik siyaseti” ile siyaseti bir ahlaki sorun çözme prosesi olarak değil “kurtlarla dans” haline getirip, her şeyi çürüten bir vasatlığa mahkûm etti.

Türkiye’de siyasetin “her şey” olması ile birlikte karizmatik ve kadir-i mutlak bir kişi kültüne endekslenmesi, demokratik anlamda “siyaset”in doğasını ve “parti” örgütlenmesini ortadan kaldırıp lideri tanrısal bir statüye; partiyi de ağırlıklı olarak menfaat bekleyen müminler (menfaatperestler mi demeliydim?) topluluğuna dönüştürdü. Çatlak ses çıkaran olursa, o da “müşrik” pozisyonuna düçar oluyor. Siyasetin, her şeyleşmesi ve -“Tevhit”in gölgesi olarak- siyasetçinin tekleşmesi, kurumları ve siyasi aktörleri önemsizleştirerek -temsilde hata olmaz- “Balık, baştan kokar” özdeyişini üretmiş olan halkımızı başına buyrukluğa, serbestliğe, fırsatçılığa sevk etmiştir. Zira “Hal, sâridir”. Enflasyonun yeniden patlamasında bu “cesaret”in (fırsatçılık) payını herkes biliyor. Oysa Kur’an’ın politik düzlemde “Şura”yı, yani “şirk(et)”i (ortak sorumluluğu) tavsiye ettiğini herkes bilir.

AK Parti ve Kültür

Muhafazakârların kültürel kodlarının önemli bir bölümünü din/Sünnilik oluşturduğu için, “FETÖ” olayı başlı başına bir dekadansı/çürümeyi ifade ettiği gibi; siyasal kanadı da pek iç açıcı bir manzara serdetmiyor. Bir örnek vermek istiyorum. Sayın Cumhurbaşkanımız R.T. Erdoğan’ın İstanbul Belediye Başkanı olduğu yıllarda, onun inisiyatifinde İstanbul’da 22-23 Şubat 1997 de “İslam ve Modernizm: Fazlurrahman Tecrübesi” başlıklı bir uluslararası sempozyum düzenlendi. O sempozyuma sunulan tebliğler kitaplaştırıldı. Kitaba yazdığı “Sunuş”ta sayın Erdoğan, o tarihlerde şöyle diyordu: “Bizim İstanbul Büyük Şehir Belediyesi olarak, Fazlurrahman’ı eksen alan ‘İslam ve Modernizm’ adlı uluslararası bir sempozyum düzenlememizin sebebi, bu projeyi tartışmaya değerli bulmamız ve bunun gelecekte çok daha büyük bir önem kazanacağına olan inancımızdır. Oldukça geniş bir yelpazede tartışılan bu konu önemliydi. Nitekim sempozyumun gerek yurt içinde gerekse yurt dışında büyük bir yankı uyandırması, yerli ve yabancı basının günlerce bu konuda makale ve değerlendirme yazısı yayınlaması, ne kadar isabetli bir iş yaptığımızı göstermiş oldu” (İslam ve Modernizm: Fazlurrahman Tecrübesi. İst. 1997.) O tarihlerde bu cümleleri yazan Erdoğan’ın, merkezi iktidara geldikten sonra, Fetullah Gülen ile iş tutması, Fesli Kadir, Menzil ve Cübbeli Ahmet’in din anlayışına teşne ve/veya mahkûm olması, Türkiye açısından trajiktir. Bu durum, Türkiye’de dinsel bilincin ve dinsel kültürün uğramış olduğu erozyonun boyutlarını ele verir.

Türkiye’de son yıllarda arttığı söylenen “dinden soğumayı” Deizm, Ateizm ve Agnostisizm gibi ciddi bir düşünsel-kültürel emek gerektiren kavramlarla ifade etme yerine muhafazakârların dinsel performansı ile izah etmek daha doğrudur. Kültürel paçozlaşmanın yaygınlığını göstermesi açısından “sosyal medya” kullanımında Avrupa birincisi; “TikTok” kullanımında hatırı sayılır bir yerimizin olduğunu unutmamak gerekir. Buralardaki içerik üretimi, korkunç bir sefaletin işaretidir. Türkiye’de mafya-magandanın sokak hâkimiyeti, uyuşturucu kullanımının yaygınlığı ve kullanım yaşının çocuklara kadar düşmesi; genç kız ve kadınlarda (Avrupa standartlarını hayli aşmış!) “teşhircilik” (sembolik düzeyde kendini salt cinsel arzu nesnesi olarak sunma/ “kişilik” yoksunluğu) düzeyine varmış göğüs-göbek dekoltesi; “Süte düşmüş sinek” görüntüsü veren “tattoo” çılgınlığı… kültürel paçozlaşmanın çeşitli enstantaneleridir.

Toplumsal ilişkilerde otorite, liyakat, asalet, mesafe, hiyerarşinin (yüce-aşağılık, güzel-çirkin, iyi-kötü, onurlu-onursuz, hayâlı-hayâsız…) zayıflayarak eşitliğin, vasatlığın, banalliğin, aynılığın yaygınlaşması; mahremiyetin, ötekinin ve acının kovularak şeffaflığın, palyatifliğin, hazzın-hızın, başarı ve performansın yüceltilmesi, küresel ve yerel düzlemde kültürel dekadansın belirtileridir. Güney Kore kökenli Alman filozof Byung Chul Han, yazmış olduğu Ritüellerin Yok OluşuPalyatif ToplumPsikopolitikaŞiddetin TopolojisiŞeffaflık ToplumuZamanın KokusuÖtekini Kovmak adlı kitaplarında küresel düzlemdeki kültürel yozlaşmayı tasvir etmektedir. Gazeteci Abdurrahman Dilipak, yakınlarda yazmış olduğu “Ters Köşe” adlı bir köşe yazısında zenginleşen muhafazakârların kültürel paçozlaşmasını, görmemişliklerini, görgüsüzlüklerini, gösteriş meraklarını anlatıyor.

Sonuç

Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı kitabında: “Çöl büyüyor; vay haline çölü görmezden gelenlerin!” demişti. Çağımızın ünlü düşünürü Heidegger de şöyle söylemişti: “Bugün insanlığın başına gelen en büyük tehlike, düşünemiyor olduğunu düşünememesidir. Bilim, düşünmez; hesap eder (calculation).” Dijital-teknolojik çağda insanlık, “Tekno-City”lerde “haz ve hız” manyağına dönüşmüş durumdadır. İnsanlığın onuru, ruhu, sorumluluğu ve utanması (hayâ) yok oluyor. Çağın Ruhu (Zeit-Geist) budur. Ülkemiz de uzun süreden beri bu zihniyetin gölgesi altındadır. Bu ortamda “çöl”ü kültürel olarak yeşertmek/yeşillendirmek, vaha yaratmak için İbrahimi Mono-Teist Vahiy-Peygamber öğretisinin tahrif olmamış son kitabı olan Kur’an’ın yaratmış olduğu ahlaki ikilem (Halik-Mahluk, Tevhit-Şirk, Adalet-Zulüm, Dünya-Ahiret, Hidayet-Dalalet, İman-Küfür, Melek-Şeytan, Tayyibat-Habisat, Helal-Haram, Heva-Takva…) üzerine kurmuş olduğu vicdan diriltme faaliyetini (tefekkür, taakkul, tezekkür, teşekkür, taabbur, tedebbür, tafakkuh, teemmül…) aktüelleştirmekten ve dilini yenilemekten başka çare yoktur. Türkiye’deki muhafazakârlar buna hazır mı? Yukarıdaki manzara, olmadığını gösteriyor.

Ak Parti ve Şehir

İslami açıdan şehir, salt fiziki-mimari bir olgu değil; aynı zamanda metafizik bir formasyondur. Renkleri ve dillerinin farklılığı, birer “ayet” olan insan topluluklarının, her biri birer “ayet” olan güneş, ay, yıldızlar ve bulutların yani “Gök-kubbe”nin altında; yine her biri birer “ayet” olan ve insanın hizmetine “musahhar” kılınan dağ, ova, orman, vadi, nehir, denizin kıyısında, eteğinde dayanışma amacıyla kurulmuş birer yurt-yuva, mekân-mesken, ikametgâh, mahal-mahalle, ev-barktır. Şehrin bir unsuru olan “Mahalle”, komşuluk ahlakının-hukukunun ve selamın-sabahın hüküm sürdüğü sosyal bir mahaldir. Şehir, insan mayalama merkezi olarak mabetler, makbereler, mahalleler, meydanlar, çarşı-pazar, park-bahçelerden oluşan; kendine has mimarisi, mutfağı, müziği, folkloru, ağzı-şivesi, ruhu-karakteri olan yerleşkedir; metafiziğin yani imanın ve ahlakın mücessem hale gelmesidir.

Türkler, Müslüman olduktan ve Pers-Bizans topraklarına yöneldikten/göç ettikten sonra kurdukları devletlerde “Göçebe-Çadır” kültüründen sıyrılarak, yerleştikleri bölgelerde İslami ruha uygun orta boy şehir ve kasabalar kurdular (Beylikler, Selçuklu, Osmanlı).

Cumhuriyet döneminde Fransa’dan etkilenerek 2-4 daire üzerine 3-5 katlı “Apartman” binalarından oluşan konut politikaları geliştirildi. Nüfusun artmasına paralel olarak “şehir” sayısı arttığı gibi; -sanayileşme ve gelir farklılığından dolayı- 1960’lardan itibaren ülkenin doğusundan batı bölgelerine bir iç-göç dalgası vuku buldu. Bu durum, bazı şehirlerin (İstanbul, İzmir, Ankara, Bursa, Adana, Mersin, İzmit, Antep…) aşırı derecede büyümesine (Metropol) sebebiyet verdi. Bu şehirlerin çevresinde kaçak “Gecekondu” denen mahalleler oluştu. Master düzeyde bir “Şehir” fikri/kültürü/metafiziği ve planlaması olmadığı için; bu büyümenin, “Kanser” tarzında olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, -her şeye rağmen- Türkiye’de “Mahalle” kültürü zayıflayarak da olsa devam ediyordu; Tâ ki, TOKİ’ler (Allah var, depreme dayanıklılar), Rezidanslar, Siteler (İnsan Siloları-İG) ve “Büyük Şehir”lerin sayısı artıncaya kadar: Metropole özenti, komşuluğun ve selamın-sabahın kesilmesi.

METROPOL VE ŞEHİR

Makul bir nüfusa sahip mimari/şehircilik anlayışını günümüzde –az da olsa- sürdüren ülke Almanya’dır. “Galaksi Sistemi” ile çok sayıda orta boy şehir-kasaba ile “Metropol” denen canavarların (kanser) oluşmasını büyük ölçüde engellemişlerdir. Bir Alman düşünürü olan Oswald Spengler, Metropolü şöyle yorumluyor: “Tamamı ile incelmiş zekânın canavarca sembolü ve içinde barındığı kap(tır); kültürün, kendine dönerek içinde ömrünü sona erdirdiği (yerdir) “Megalapolis”. Bu gibi dünya merkezlerinden bir avucu, bütün bir anavatanı (ülkeyi) değersizleştirir ve kendi dışlarında kalan yerleri aşağılık ve önemsiz “Taşra Bölgeleri” haline getirir. Babil, Thebes, İskenderiye, Roma, İstanbul, Pataliputra, Bağdat, Uxmal… ilk metropol örnekleridir. Paris, Londra, Berlin ve özellikle New York, daha yakın örneklerdir (Biz, bugün bunlara yüzlercesini ekleyebiliriz. İG)…Bu şehirler, tümüyle zekâdır. Ruhsuzluğun sembolü olan “satranç tahtası” biçimini kendilerine örnek alırlar. (Buralar), “Yuva” değildirler (Buralarda ev-bark, mekân-mesken, mahal-mahalle olmaz. İG) Bu şehirlerin doğumu ve büyümeleriyle, zenginlik ve yoksulluk karşıtlıklarıyla ve yapay uyarımlarıyla, yaşam sıkıntılarıyla ve nihayet megalapolis insanının gittikçe artan kısırlıklarıyla ölümlerini gerektirir. Metropol (Dünya Şehri), ölüme doğru metafizik bir dönüşü gösterir. Metropol insanı, artık yaşamak istememektedir. Köylü kadını her şeyden önce bir “Ana”dır; metropol kadını ise,- ister Paris’te ister New York’ta olsun; ister Lao-tzu Çin’inde Cavraka Hindistan’ında olsun, çocuksuz bir İbsen kadınıdır. Bir Nora ya da Nana’dır. Kültür insanının bütün piramidi ortadan kaybolur; tepesinden itibaren yıkılmaya başlar. (Çöküş anında) önce metropoller gider, sonra “bölgeler”, sonra da en iyi kanı şehre boşaltıp tüketen toprağın kendisi. Sonunda en iyi unsurlarından soyulmuş olarak yalnızca ilkel kan, canlı kalır. Bu kalıntı, “Fellah” tipindedir: ahmak, vurdumduymaz, yarı serf, yarı özgür, köylü-emekçi…” (P.A. Sorokin, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri. Çev: Mete Tunçay. İst. 1972. S 100).

“Gökdelen” mimari kültürünün, Batıda ortaya çıktıktan sonra, Doğuda (Çin, Japonya, Singapur, Güney Kore…) ve Körfez Araplarında (Abudabi) salgın haline gelmesi, ibretamizdir. Avrupa ve Amerika, bunu sınırlı kentte ve sayıda tuttu. Örneğin, İngiltere’de Londra’nın kıyı bir yerinde “Finans Merkezi” olarak inşa ettiler ve “Mesken”e bulaşmasına izin vermediler. Londra’da yaygın “mesken/ikametgâh” mimarisi, II. Elizabeth döneminin dubleks evleridir.

Yine bir Alman filozofu olan Heidegger, aynı kaygıyı çekerek şöyle diyor: “Modern teknolojinin egemenliği altında ve onun etkisiyle değişen dünyada herhangi bir anlama gelecek “Yurt” olabilir mi? sorusu, yalnızca bu kent (Meskirch) için, yalnızca ülkemiz için, yalnızca Avrupa için değil; şu yeryüzünün insanlarının tümü için geçerli hale gelecek. Belki de insanlık “Yurt” yokluğuna alışacak. Belki de yurt bağı, yurdun çekiciliği/çağırması (der zug zur Heimat), modern insanın Dasein’ından silinip gidecek… Öyle görünüyor ki bugünün insanı, her yerde ve hiçbir yerde evinde olmadığı için “sıla hasreti” de ölmüştür.” (M.Heidegger, Düşüncenin Çağırdığı. Çev: Ahmet Aydoğan. İst. 2008. S 106)

AK PARTİ VE ŞEHİR

İki binlerin başından itibaren “Kalkınma”yı, tarım, sanayi ve üretim yerine,- ağırlıklı olarak- “İnşaat”a kilitlemiş, ona iman etmiş (“İnşaat ya resulullah”) bir “Muhafazakâr” dönem başladı. Oysa İslamiyet, ticaret ağırlıklı bir kasaba olan Mekke ve tarım üretimi ağırlıklı bir ekonomiye sahip olan Medine’de doğmuştu. Ticaret, İslam’ın ruhuna da işlemişti. Mekke’nin ticari vocabularisi (ticaret, alım-satım, borç, rehin, kâr-zarar…), olduğu gibi ahlaka ve Ahirete yansımıştır. İlk Müslümanların büyük bir bölümü –Hz. Muhammed dâhil- “tüccar”dı. Hz. Muhammed’in Mekke dışına çıkmasını fırsat bilen eşlerinden “Ümmü Seleme, kendi odasına ilave bir oda yaptırıyor. Bunu gören Hz. Muhammed: “Bir müminin servetini yiyip bitiren şey, faydasız inşaattır.” diyor. (Benedikt Köhler, İslam’ın Erken Döneminde Kapitalizmin Doğuşu. Çev: İsmail Kurum. Ank.2016. s 87. Köhler, bu bilgiyi Vakidi’nin Siret’ine atıfla veriyor.). Hz. Muhammed, ekonominin mihveri olarak “ticaret”in önemini ve inşaatın –kendi etini yemek olarak- temelsizliğini görmüştü. Benedikt Köhler’e göre, yeryüzünde “Ticari Kapitalizm”, ilk kez İslam coğrafyasında doğmuştur.

İki binlerin başından itibaren muhafazakârların, politik iktidarlarında “İnşaat/Rant”a yönelmelerinin sebebi: 1- Tarımı -köylülük/taşralılık- gerekçesi ile küçümsemeleri, 2-Ticarette ve sanayide/teknolojide behrelerinin olmaması, 3- Göç hareketliliği ve devlete ait arazı-emlak ve arsalarının bolluğudur. Bu dönemde “Kentsel Dönüşüm” ile mahalleyi yok eden “TOKİ”, AVM, dörtten fazla daire üzerine 10 kattan az olmayan, maksimum 70 katlı –her birine birer yabancı isim takılan, misal: “Gamador-Galya”- Rezidans-Siteler, Gökdelenler, Cam-Kule/Kazıklar ile tanıştık. Şehirlerin içindeki yeşil alanlar, giderek azaldı; şehirler “Beton Ormanı”na dönüştü. “Dikey Mimari” ile yükünü tutup, “iş”ini bitirip, ”Yatay Mimari” edebiyatı yapmayı; “Rüşvet” olarak bu beton ormanlarının arasına ve tepelere çakılan camileri, şehirlerin içini silme betona boğduktan sonra, dışındaki “Millet Bahçeleri”ni ve tarihsel dokuların restorasyonunu gördük (Bereket versin!).

Ak Parti iktidara geldiğinde, merhum mimar filozofumuz Turgut Cansever, yazdığı kitapları, yaptığı konut projeleri ve televizyonlarda yaptığı konuşmalar ile iktidarı uyardı ve Cumhuriyet döneminin şehir, mimari ve konut politikalarını eleştirdi. Ortaya ciddi öneriler koydu. Kendisine “Cumhurbaşkanlığı Yüksek Sanat ve Kültür Ödülü” verdikleri halde; rant tutkusu ile gözü dönmüş iktidar çevreleri rahmetliye zerre kadar itibar etmediler ve tavsiyelerine prim vermediler. Rahmetli şöyle diyordu: “Türk şehirlerinin sefaleti, konut sorunu ve mimari seviyesizlik karşısındaki kayıtsızlık, gerçek çözümleme ve gerçek bilginin yol göstericiliği yerine, şekilciliklerin egemenliğinin tercih edilmesi, bütün Türk halkını kaba, sahte, seviyesiz ve çirkin bir biçim dünyasında yaşamaya mahkûm ederken; çok küçük azınlıkların yabancı, taklitçi, pahalı ve gösterişçi sözde (mimari), sanat ve kültür faaliyetlerinin desteklenmesi, hâkim kılınmaya çalışılması, kabul edilemez bir yanılgıdır.” (Turgut Cansever, Kubbeyi Yere Koymamak. İst. 2002. s 95). Muhafazakârlara da şöyle diyordu: “Bu yeni şehircilik anlayışı, Türk toplumunu en yaygın şekilde ahlaki değerlerin dışına iten rüşvet ve her türlü suistimalin en ücra köşelerine kadar götürdü. İnsanların birine iki kat yapı hakkı verirken; diğerine 8, ötekine 10, (bugünlerde 60-70-İG) kat vermek, topraktan farklı şekilde yararlanmaya müsaade etmek; hasedin doğmasına yani şeytan ile kol kola giren bir toplumun ortaya çıkacağına sebebiyet vereceği aşikârdır. Ticaret sektöründe 2.5 milyon insan çalışırken; yaklaşık 15 milyon insan, inşa ettiği ve edeceği evle ilgili olarak rüşvet ile karşı karşıya geldi; insanlar, şeytanla birlikte yaşamaya mahkûm edildiler. Sonra, her yapının tasarımı, bir gösterişçilik haline geldi. 30 katlı binayı (Site-Rezidans) yapıp, bütün dairelerini satarak oradan ayrılmak isteyenler ise, yaptıkları tanıtım kampanyaları ile dünyanın en modern sitelerini (“Akıllı Ev” İG) yaptıkları yalanlarını söylüyorlar. Ve bu yalanları, sizin tekzip etme hakkınız yok.” (T. Cansever, a.g.e, s. 140)

SONUÇ

Heidegger’in “Dil, Varlığın (Hakikat) evidir” mottosu doğrudur ve “Tesettür” giyim tarzını,-ingilizce- “Setrems” olarak adlandırıp markalaştıran; yaptığı devasa inşaat yerleşkesine “Gamador-Galya” adını veren (buna benzer binlerce isim sayabilirim) muhafazakâr bilincin nasıl bir “Hakikat” algısına sahip olduğunu ele verir. Bursa’nın şehir merkezindeki eski iki katlı yapıları “temizleyerek” yerine 20-30 katlı en az 20 tane ucube/heyule gökdelen diken; Ankara’da “Çukurambar” semtini cam-kazık ve insan silosu sitelerle dolduran ve Ankara’nın merkezine “Merkez Ankara” ismiyle en azı 30 katlı olan 20 tane ucube/heyule gök-delen çakan muhafazakâr iktidar, benzerini Türkiye’nin her şehrinde yapmıştır. Belediyecilikten gelip arsa-emlak-emsal konularında uzman olan, “Kupon Arsa”ların satışını tekeline alan Cumhurbaşkanımızın “Başkan”lığında Türkiye’nin son yirmi yılda “Şehircilik” teki umumi manzarası budur. Uluslararası mafyanın merkezi haline gelen, 20 milyonluk metropol İstanbul’un, -Onca camilerine rağmen- “Dâru’s-Selam” olduğunu nasıl söyleyebiliriz? Allah, ”Büyük Şehir” olmayan Anadolu şehirlerini ve kasabalarını korusun!

Ekonominin Metafiziği

Ekonomi, siyaset ve hukuk formasyonları gibi, bireylerin ve toplumların dünya görüşüne, üst kültür sistemine, anlam çerçevesine ve metafizik çanağına göre şekillenen normatif süreçlerdir. Akıl sahibi bir varlık, kendine koyduğu bir hedef, amaç, gaye uğruna kendini kişileştiriyorsa; bu varlık, bir “ahlak” kişisidir. “İhtiyaç” kavramı, A’nın, Y için X’e ihtiyaç duyması olarak, A’nın “kim?” olduğu ve Y’nin (hedef, amaç, gaye) “ne?” olduğuna göre değişir. İnsan olmanın ortak paydasında temel ihtiyaçlar, yani beslenme, barınma, neslin devamı, güvenlik, sağlık, eğitim, itibar arama vb. değişmese de; bunların sayısı ve nasıl karşılanacağı, A’nın ve Y’nin tanımına göre değişir. Bu da bizi, insanın/hayatın/dünyanın anlamına, yani metafiziğe götürür.

Başlıca Üç Metafizik Çanak

İnsan-dünya/hayatın anlamı hususunda insanlığın kültür-düşünce hazinesinde başlıca üç metafizik-ahlaki çanak mevcuttur. 1- Tek/Biricik Dünyalı insan/hayat. 2- Çift/İki Dünyalı insan/hayat. 3- Dünyasız insan/hayat (Kutsallık-Tanrısallık). Bunlardan birincisi, Tanrısız; İkincisi, Tek-Tanrılı; üçüncüsü ise Tüm-Tanrılı (Panteist) bir insan-dünya-evren görüşüdür. Birincisi, ruhsuz bir bedene; ikincisi, ayrı ayrı ruh ve bedene; üçüncüsü ise Tanrısal tek bir ruha inanır.

Bu ebedi kültür, kişilik, insan, ruh prototiplerinin “dünya” ile ilişkilerini Walter Schubar şöyle tanımlar: 1- Kahraman Kültür-Kişilik-İnsan Proto-tipi: “Dünyayı örgütçü çabası ile düzene sokulması gereken bir kargaşa olarak görür. Kahraman insan, dünya ile barışçıl olarak geçinmez; var olan biçimi altında ona karşı çıkar. Benlik güvenciyle, benlik gurur ile ve erk tutkusu ile doludur. Dünyaya bir köleye bakar gibi bakar. Ona efendilik etmek, egemen olmak ve onu kendi planlarına göre şekillendirmek ister. Dünyaya Kahraman insanın belirlediği amaçlar verilir. Bu insan, gözlerini yukarıya kaldırıp gökyüzüne saygıyla bakmaz; tersine, erk tutkusu ve gururla dolu olduğu için, aşağıya doğru, düşman ve kıskanç gözlerle yeryüzüne bakar. Tanrı’dan gitgide daha çok uzaklaşır ve deneysel şeylerin dünyasına gitgide daha çok gömülür. Laikleşme (Sekülerleşme-İG) onun kaderidir; ‘Kahramanlık’, başlıca yaşam duygusu; ‘Trajedya’ ise, sonu/amacıdır. Böyle bir dünyada, özellikle böyle bir kültür ve insan proto-tipinde her şey dinamiktir. Kahraman evrende hiçbir şey statik değildir. Prometheus gibi, ‘Kahraman’ insan, her güce ve her Tanrıya meydan okur. Etkindir; gergindir ve alabildiğine enerjiktir. Buna uygun olarak, Kahramanlık ya da Prometheusçuluk çağları özellikle dinamik, hareketli ve etkindir. Roma, erkinin doruğunda kendini böyle hissetmiştir. 16’ncı yüzyıldan sonraki Germen-Roma Batı’sında da bu proto-tip egemen olmuştur. Son dört yüzyılın Prometheusçu Batı kültürü/zihniyeti/insanı, bu proto-tipin iyi bir örneğidir.” Bu kültür, kişilik, insan proto-tipinin, bugün bütün ‘dünya’yı etkisi altına almış olduğu, herkesçe müsellemdir.

2- Mesihçi insan-kültür-kişilik zihniyeti: “Kendilerini, -tasarısını anlatılamayacak bir biçimde- içlerinde taşıdıkları üstün Tanrısal düzeni, yeryüzünde gerçekleştirme görevine çağrılmış hissederler. Mesihçi insan, kendi içinde hissettiği uyumu (huzuru-tutarlılığı-İG) çevresinde (dünyada) yeniden kurmak ister. Dünyayı olduğu gibi kabul etmez. Kahramanlık insanı gibi, o da, dünyayı değiştirmek ister; ama kendi benlik-iradesi ya da benlik-doyumu için değil; kendine Tanrı tarafından verilen ödevi yerine getirmek için değiştirmek ister. Uyumlu (Çin Budizm’i-İG) insan gibi, o da dünyayı sever; fakat olduğu gibi değil, olması gerektiği gibi sever. Uyumlu insanın ereğine erişilmiştir; Mesihçi insanın ereği ise, çok uzakta ve gelecektedir. Ancak, Zahit insanın tersine, o, bu amaca kesinlikle ulaşılacağına inanır. Mesihçi insan, erk tutkusu ile değil; uzlaşma duygusu ve sevgisi ile esinlenir. Yönetmek için bölmez; bölünenleri, bir bütün içinde birleştirmek için onlar arar. Kuşku ve nefretle değil; asıl gerçekliğe (hakikate-İG) derin bir güvenle (iman) hareket eder. İnsanları, birbirinin düşmanı (kurt-İG) olarak değil; kardeş diye görür. Dünyaya yağmalanacak bir ganimet gözü ile değil; aydınlatılması, soylulaştırılması ve kutsallaştırılması gereken kaba bir malzeme olarak bakar. Ayrılmış olanları birleştirmek, uyumsuz düşene uyum kazandırmak, bu gezegende “Tanrı’nın Krallığı”nı ya da kendisinin en yüksek ülküsünü gözle görünür kılmak yolunda bir çeşit evrensel tutku, benliğini sarmıştır. Mesihçi insan, bu en yüksek ülkünün, burada/yeryüzünde/dünyada gerçekleştirilmesi için çalışır.” W. Schubar’ın tasvir ettiği bu proto-tipin, genel olarak İbrahimi (Vahiy-Peygamber=Tevrat/Musa-İncil/İsa-Kur’an/Muhammed) Monoteizmin insan, kişilik, ruh, dünya, hayat görüşü olduğu bilinmektedir.

3- Zahit kültür, kişilik, insan, ruh zihniyeti: “Bu insan, ampirik varoluşu bir hata; duyum dünyasını da bir ‘serap’ ve kötü bir ‘iğva’ olarak görür. Her ikisinden de öz-ötesi, gerçeklik (dünya) ötesi mistiklik alanına kaçar. Zahit kişi, duyum dünyasını, hiç bir pişmanlık hissetmeden terk eder. Onu düzeltmek (ıslah etmek-İG) için ne isteği ne de umudu vardır. Duyum dünyasını değiştirmeye hiç de kalkışmaz… Hinduizm ve Budizm’in Hintleri, Yeni-Platoncular ve (Monoteist dinlere sızmış-İG) zahit tarikatlar, bu proto-tipin iyi birer örnekleridir.” (P. A. Sorokin, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, Çev: M. Tunçay, Ankara, 1972, s.117-118.) Kapitalizmin egemen olduğu bugünkü dünyada bu insan tipinin, Hindistan da -az da olsa- yaşamakta olduğunu söyleyebiliriz. Aşağıda W. Schubart’ın yaptığı tasnifteki ilk iki tipin karakter özelliklerini -ikinciye Kur’an’ı esas alarak- biraz daha detaylandırmaya çalışacağım.

“Kahraman”/Tek Dünyalı/Tanrısız-Ruhsuz Beden/İnsan/Kişilik ve Ekonomi

Erich Fromm, bu tipin ekonomi anlayışını “Sahip Olmak” olarak niteler: “Varlığı özel mülkiyet, kâr ve iktidar üzerine kurulu bir toplumda yaşadığımız için, düşünce ve değer yargılarımız, önceden belirlenmiş gibidir. Bu nedenle, endüstri toplumlarındaki bireylerin en kutsal ve doğal haklarının kazanç, mal-mülk sahibi olmak ve kazanç için çalışmak olduğunu söyleyebiliriz… Çünkü özel mülkiyet olarak ‘Private’, Latincedeki ‘Privare: Soymak, yağma etmek, zorla ele geçirmek, başkalarını mahrum bırakmak sözcüğünden türetilmiş olup; kişiyi o malın tek sahibi ve efendisi kılmakta ve diğer insanların, onu kullanıp, ondan yararlanmalarını kısıtlamaktadır.” (E. Fromm, Sahip Olmak ve Olmak, Çev: A. Arıtan, İstanbul, 1990, s.105-106.)

Bu proto-tipin ekonomik-ahlaki karakterini Fromm, -birbirine zıt ve üretici olmayan- “İstifçi” ve “Sömürücü” olarak niteler ve başlıca karakter özelliklerini şöyle sıralar: 1- İstifçi Kişilik: Düş gücü olmayan, becerikli, hesabını bilen, dikkatli, sabırlı, cimri, kuşkucu, soğuk, uyuşuk, kaygılı, sabırlı, saplantılı… 2- Sömürücü Kişilik: Sömürücü, saldırgan, atılgan, gururlu/kibirli, egoist, düşüncesiz, küstah, savurgan… (E. Fromm, Kendini Savunan İnsan, Çev: N. Arat, İstanbul, 1991, s.119-120.)

Bu insan tipinin, yeryüzünde ortaya konan “kötülük” ile ilişkisini Alexıus J. Bucher şöyle tasvir eder: “İnsan, yaşamını kazanmanın ya da yitirmenin kendi elinde olduğunu kavrarsa ve bunu gerçekleştirmek için aslında ne kadar yetersiz olduğunu bilirse; o zaman, Jean Paul Sartre’ın, korkunun insanın kendi kendisini bilmesi ile özdeş olduğu savı, anlaşılır olur: “Korku içinde iken özgürlük, kendi kendisinden korkar.”… Eğer kötülük, zorunlu olarak korkudan çıkıyorsa; korku, insanın özgürlüğü ile ilgili ise, o zaman insan, varoluşsal özgürlüğünden dolayı mı kötülüğe bulaşmaktadır? İnsan özgürlüğü, ondan beklenenin tamamen aksini yapma olanağını içinde taşımaktadır! Özgürlükten korkma, boşa geçmiş (biricik-İG) yaşamın anlamsızlığı karşısındaki korkudan kaynaklanır. ‘Ölüm’, hâlâ gerçekten (doya-doya veya dolu-dolu-İG) yaşanmamış bir yaşamın sonunu oluşturuyorsa; daha da korkunç olur. Bu nedenle, ölüm korkusu, daha çok ölümden sonrasına yönelik değildir; aksine, boşa çıkan umut ve beklentilerin son bulduğunun kesinliği karşısında, ölümden öncesine ilişkin duyulan dehşeti yansıtır… Kötülüğün, korkudan ve ‘yaşam kazanmak için’ korkunun yaptırdığı saldırgan girişimlerden geldiği eğer açıklık kazandı ise; o zaman, insanların düşünerek kullandıkları özgürlükle bilerek kötülüğü seçmelerinin nedeni anlaşılır hale gelir. Özgürlük olgusunun kendisi, dibine kadar korku ile doludur; sadece iç ve dış tehditlerden değil; kendi kendisinden duyduğu korku ile de doludur… Mücadelelerle elde edilmiş yaşam, kendisini kendisine karşı yok ederek korumaktadır. Kötülük, kendi özleminin sapıklığından duyulan korkunun sapıklığıdır. Bu olasılık karşısında insanın duyduğu korku, onu vahşice korunma stratejilerine: ‘Ya ben; ya onlar’ stratejisine; her şeyi kendi eline geçirme, her şeye sahip olma stratejisine götürür. Yani kötülüğün mekanizmasının içine.” (Alexıus J. Bucher, “Yitirdiğimiz Suçsuzluğumuz Ya Da Özgürlüğün Saldırgan Gücü Üzerine”, Yüzyılımızda İnsan Felsefesi adlı kitabın içinde, Haz: İonna Kuçuradi, Ankara,1997, s 218-19.)

Endüstri Devrimi’nden sonra dünyaya egemen olan; ahlak teorisi olarak “Utilitarizm” (J. S. Mill) ve “Pragmatizm” (W.James) olarak kurulup “Kapitalizm-Emperyalizm” olarak tecessüm ettikten sonra ABD ve AB olarak örgütlenen; Rusya ve Çin’in -aynı materyalist metafiziğe bağlı- “Komünizm/Sosyalizm” denemelerinden sonra, onları da kendisine benzeten iktisadi metafiziğin insan psikolojisi, özetle budur.

Mesihçi/Mücahit, Çift Dünyalı (Dünya-Ahiret), Muvahhit, Ruh-Bedenli İnsan Kişiliği ve Ekonomi

Walter Schubar’ın “Mesihçi” olarak kodladığı insan, kişilik, ruh, proto-tip, Monoteist-İbrahimî Vahiy-Peygamber geleneğinin “Hz. İsa/İncil” öğretisini özetler. Walter Schubar’ın İbrahimi Vahiy/Peygamber geleneğini/öğretisini -Hristiyan olması hasebi ile- “Mesih” kavramı ile nitelemesi, anlaşılabilir bir husustur. Ben ise, burada aynı öğretinin “Hz. Muhammed/Kur’an” versiyonunun “Mücahit” insan/hayat/ekonomi öğretisini özetleyeceğim. Bu öğretiye göre yaşam, “Din/Deyn” olarak borç ödeme ve borç vermedir. “Borç ödeme”, Güneş Sistemi, ekosistem ve insanın kendini kendine bir lütuf, ihsan, ikram, inam, rahmet olarak vermiş Rahman olan Allah’a minnettarlık ve şükran duygusu ile iman ve ibadet ederek borcunu ödemek ve hemcinsine karşı adil ve merhametli davranarak, sahip olduğu malı/zenginliği onlarla paylaşarak (zekât-infak) Allah’a “Borç vermek”tir (Karz-ı Hasen-2/245, 5/12, 57/11, 64/17, 73/20). Bu ahlaki/dinsel ilişki, aynı zamanda “veresiye” bir ticaret ekonomisidir. Din-Ekonomi ve Ahlak, aynı süreçtir. Mü’min, bu dünyada kendine “emanet” olarak verilmiş mal-mülk ve evlatları ile denenmektedir. Burada yaptığı paylaşımların karşılığı, kendisine ahirette (cennet) katbekat ödenecektir. İktisadi faaliyet üretim, dağıtım/paylaşım ve tüketim süreçleriyle birlikte, bütünsel olarak ahlaki/dinî bir süreçtir. Ekonomik nesnelerin tümü, -nimet/rızık olarak- Allah’ın fazlıdır (hibesi). Ekonomik faaliyetler, “kesb” ve “sa’y” olarak ahlaki süreçlerdir. Özel mülkiyet, -“mutlak” olarak değil; “emanet” olarak- meşrudur. Elde edilmesinin meşru/helal yolları: Miras, emek (zihinsel-bedensel), üretim (tarım-teknoloji), ticaret ve hibedir. Kamu otoritesi, -miktarını takdir ederek- özel mülkün bir kısmını zorunlu vergi (zekât) olarak kamu giderlerini karşılamak üzere alır. Gerisini, variyetli olanlar, gönüllü olarak infak etmelidir. “Zahitlik”, meşru ve Kur’anî bir erdem olmadığı gibi (7/32) -Kur’an’î erdem, teyakkuz ve tetikte olma anlamında “Takva”dır-; istifçilik, cimrilik, israf, gasp, hırsızlık ve sömürü haramdır. (Geniş bilgi için bkz: Fazlurrahman, “İslam ve İktisadi Adalet Sorunu” İslami Yenilenme-III, Çev: A. Çiftçi, Ankara, 2018, s.93 vd.)

Mal-mülk, Allah’ındır. İnsanlara emanet ve denenme aracı olarak verilmiştir (24/33). “Mal” kavramı, Arapçada “Me-ye-le” kökünden gelir. Meyletmek, akmak, dolaşmak demektir. Mal da toplanıp, yığılma, depolama, istifleme yerine; üretime, dağıtıma, dolaşıma sokulması gerekir. Ribanın (faiz) yasaklanmasının sebebi, malın akışını-dolaşımının, üretiminin durdurulup, yoksulların aleyhine; zenginlerin lehine yığılmasıdır. Üretimde verimlilik; dağıtımda adalet; tüketimde tutumluluk esastır. Herkes için emeğinin ürünü/kazancı ile onurlu bir istihdam ortamı oluşturmak esastır: “İnsana ancak gayretinin karşılığı yaraşır” (53/39). “Zenginlerin malında da çaresiz, fakir, yoksullarla paylaşılması gereken bir hisse vardır” (51/19, 70/25). Bunun bir kısmı “zorunlu” olan vergidir (zekât); diğeri ise, “gönüllü” olan infaktır. Bu çözüm, “Komünizm/Sosyalizm” teorisinden ayrıdır; “Sosyal Demokrasi” çözümüne daha yakındır. Malı, kendi menfaati-mutluluğu/hazzı-zevki için olduğu kadar “Allah yolunda” harcamak, esastır. “Allah yolu” ile kastedilen, kamu maslahatı ve güvenliğidir. “Mal” ile insanın denenmesinden maksat, insanın cimrilik ve mal sevgisini gerileterek onun şuurunu/insanlığını, özgürlüğünü ve erdemini geliştirmektir. Malın kölesi olan cimri insandan hayır/iyilik gelmez: Akraba-kabile bağları, ticaret, mesken… sevgisi, ahlaki/dinî davanın/denenmenin önüne geçememeli (9/24). Kendi başına mal ve evlat fazlalığı, insanın hüsranını artırır (71/21). Mal ve evlat (nüfus) fazlalığı, insanı şaşırtmamalı/şımartmamalı (9/55); bunların bolluğu, mutlak hayır olduğu anlamına gelmez (23/55)… (Geniş bilgi için bkz: Hasan Hanefi, “el-Mal Fi’l-Kur’an”, Ed-Din ve’S-Sevra Fi Mısr-7, Kahire, 1989, s.121 vd.)

“İhtiyaç” kavramı, birinci metafizik çanakta olduğu gibi, salt-seküler ekonomik olarak değil; ahlaki/ekonomik olarak İslam fıkhında “Zaruriyyat”, “Haciyyat” ve “Tahsiniyyat” olmak üzere üç kategoride ele alınmıştır: “‘Zaruri’ nesneye gelince, bu, insan hayatının üzerine kurulduğu nesnedir. Bunlar, ‘olmazsa olmaz’lardır. Bulunmadıklarında insanların hayatları felce uğrar, maslahatları gerçekleşmez, karışıklık ve fenalıklar yaygın hale gelir. Bunlar: Din, can, akıl, ırz ve maldır… ‘Haciyyat’, normal ihtiyaçlardır. Bunlar bulunmadığında insanlar, zahmet ve darlığa düşerler. ‘Tahsiniyyat’ (estetik nesneler), bunlar mürüvvetin, edebin ve fiillerin en sağlam yolda yürümesini gerekli kılan nesnelerdir.” (Dr. Abdulvahhap Hallâf, İslam Hukuk Felsefesi, Çev: H. Atay, Ankara, 1985, s. 381.)

Mübadele Tarzları ve Muvahhit-Metafizik Çanak: Bilinçli-Gönüllü Armağan Ekonomisi

Japon düşünür Kojin Karatani, insanlığın iktisat tarihini, politik formasyonlara paralel olarak Klan-Armağan (A); Devlet/İmparatorluk-Yağma ve Yeniden Bölüşüm (B); Sermaye/Şirket- Para ve Meta (C) mübadelesi olarak özetler: “Bu formasyonlar, birbirlerinden yalnızca hangi mübadele tarzının başat bir rol oynadığı ile ayrılır. Kabile toplumlarında karşılıklılık esasına dayanan A tipi mübadele tarzı baskındır. B veya C tipinin olmadığı anlamına gelmez; savaş ya da ticaret gibi alanlarda onlar da bulunur. Fakat B ve C uğraklarında -karşılıklılık ilkesine tabi olduğundan-, A (Armağan) tipi gelişmez… C tipi mübadele tarzı baskınsa, “Kapitalist” toplumdan söz ediyoruz demektir… Kapitalist üretim, kölelik ya da serflik üretiminden (B tipi) emek gücü metasına dayanan bir meta üretimi sistemi olmasıyla ayrılır.” (K. Karatani, Dünya Tarihinin Yapısı: Üretim Tarzlarından Mübadele Tarzlarına, Çev: Ali Karatay, İstanbul, 2017, s. 38-39.)

Karatani, mübadele tarzlarıyla ahlak arasında bir özdeşlik/eşlik görür: “Mübadele tarzından ayrı, özgün bir ahlaki alanın bulunmadığı doğrudur. Genellikle ahlak alanının ekonomi alanından bağımsız olduğu düşünülür; fakat ahlak, mübadele tarzıyla aslında hiç de alakasız değildir. Örneğin, Friedrich Nietzsche, ‘suçluluk’ bilincinin, bir tür ‘borçluluk’ duygusundan doğduğunu öne sürer. Bu düşünce, ahlak ve dinin, ‘mübadele’ tarzlarıyla derinden bağlantılı olduğunu ortaya koyar. Dolayısıyla, ekonomik altyapıyı, üretim tarzı değil de; ‘mübadele tarzı’ çerçevesinde ele alırsak, ekonomik altyapı çerçevesinde ahlakı anlayabiliriz.” (Karatani, a.g.e., s.37.)

Burada Nietzsche’nin “suçluluk” olarak yorumladığı duyguyu, kendisinin de tekrarladığı “kişisel sorumluluk hissi…” duygusu (Karatani, a.g.e., s.192) olarak düzeltirsek; İbrahimî Monoteist Vahiy/Peygamberlerin vazettiği Dini/Deyn (borçluluk), Tanrının verdiği nimetlere (mal-mülk/zenginlik) karşılık “borç ödeme (iman-ibadet) ve Tanrı’ya “Borç Verme=Karz-ı Hasen”, yani hem-cinslerimize infak/paylaşım ve ahirette (öbür dünya) karşılığını alma öğretisi ile örtüşmektedir: “İyiliğin karşılığı, iyilikten başka nedir ki?” (Kur’an/55-Rahman/60). Veya M. Weber’in teşhis ettiği gibi, ilahi niyazlarda tekrarlanan: “Do ut des=Veriyorum ki verebilesin” (Karatani, a.g.e., s.191). Karatani, “D tipi” diye “Bilinçli ve Gönüllü-İG” bir Armağan/Mübadele tarzının, Evrensel Dinler (Yahudilik, Hristiyanlık, İslam, Hinduizm, Budizm) tarafından ortaya konduğunu iddia eder. “Diğer yandan burada yalnızca topluluğun bir üyesi olmakla kalmayan, görece özerk bireylerin doğuşu söz konusudur. Bunların ilki, “Tanrı’nın gücü”nün topluluk/kabile, devlet ya da paranın gücünü aşan bir biçim aldığı anlamına geliyordu. Keza, bunun diğer bir anlamı da, “D tipi” mübadele tarzının, Tanrı’nın gücü yolu ile A, B ve C tipi mübadele tarzlarını aşan bir şey olarak başvurulduğu ve bunun başka bir şekilde yapılamayacağıydı. İkincisi ise, D tipi mübadele tarzının, topluluktan bağımsız ayrı ayrı bireylerin varlığı öncülüğüne dayandığı anlamına geliyordu. Bu iki gelişme, birbirinden ayrı düşünülemez: Herhangi bir devlet ya da topluluğun alanını aşan bir Tanrı’nın varlığı, ne ‘Devlet’ ne de topluluğa/kılan-kabile bağlı bireylerin varlığına tekabül ediyordu” (Karatani, a.g.e., s.209). “Evrensel bir din olarak Museviliğin oluşumu, Babil’de esir tutulanların eseriydi. Yahve’ye olan imanları, kabile ya da devlet zorlamasından ileri gelmiyordu; devletin (Yahuda Krallığı) yıkılışı ile birlikte, böyle bir güç, zaten kalmamıştı. Bir diğer önemli nokta da, esir alınanların çoğunun, yönetici ya da entelektüel sınıflardan gelmesi ve Babil’de esasen ticaretle uğraşmaları idi” (Karatani, a.g.e., s.209). “Fakat İsa’nın eleştirisi, kendisinden öncekilerden daha sert ve esaslıydı. Çünkü o, Yahudi halkının, giderek birey olarak, Roma İmparatorluğu’nun para ekonomisinin etkisi altında geleneksel topluluktan kopan bireyler olarak yaşadığı bir dönemde aktifti. Bu koşullar altında İsa’nın öğrettiği seçenek devleti, geleneksel topluluğu ve para ekonomisini reddeden bir yaşam biçimiydi” (Karatani, a.g.e., s.212). “Tüm evrensel dinlerde ortak olan özellik, krallara ve rahiplere karşı eleştirel bir tutum almalarıdır. Fakat genişleyen her dinsel grup, kendini nihayetinde tam da başlangıçta reddettiği yolda yürürken bulur. Kendisi, devletin resmî dini; ruhban sınıfı da, yönetim düzeninin bir parçası haline gelir… Muhammed peygamber, Musevilik ve Hristiyanlıkta yitirilmiş olan karşılıklılığa dayalı göçebe topluluğu yeniden (Bilinçli-Gönüllü Armağan Mübadelesi=İnfak) tesis etmek için bir hareket başlattı. Bununla birlikte İslamiyet, esasen bir kent dini idi ve ilan ettiği toplum (Ümmet), daha üst boyutta bir topluluktu; dolayısıyla “Kabile/Klan” topluluğundan farklıydı. Fakat İslam yayıldıkça rahipliği ve monarşiyi reddederken bile, hızla bir dinsel devlete dönüşüyordu. Muhammed’in ölümünü takip eden ruhban krallar (Halifeler) yönetime geldiler. Dinin doktrini (teolojisi-İG) de, aynı şekilde bu ruhban sınıfı tarafından geliştirildi… Dolayısıyla kitleler için, imamlara olan inanç, peygamber tapınışından bile daha önemli hale geldi. Özellikle de, ilk imam olarak Muhammed’in öldürülen damadı Ali’ye tapınılan Şii mezhebinde. Pavlus’un, İsa’nın ölümünü yeniden yazarak bir “Kurtuluş” anlatısına çevirmesi gibi” (Karatani, a.g.e., s.220-21).

İslam’ın Hazin Tarihsel Hikâyesi

İslam; klan/kabile, ganimet, kölelik, imparatorluk toplumsal formasyonların egemen olduğu bir tarihsel kesitte ve ortamda (Arap Yarımadası) zuhur etti. Bu yapıları gevşetmek ve izale etmek niyetindeydi. Ancak, aşağının güçlü-antropolojik habitusu, göğün (Tanrı’nın) talebini pek de ciddiye almadı. Hz. Muhammed’in ölümünden sonra, Karatani’nin “D tipi” dediği: “Bilinçli-Gönüllü Armağan Mübadelesi”ne geçilemeden; Çağın Ruhu (Zeit-Geist) olan “B” tipi imparatorluk devlet yapısı ve “Yağma-Yeniden Bölüşüm” mübadele tarzına geri dönüldü. Hz. Muhammed başta olmak üzere ilk üç halife, “D” tipinin ruhuna bağlıydı: “Hz. Muhammed, bir gün Uhut Dağı’na bakarak: ‘Eğer bir gün bu dağ büyüklüğünde bir altın kütlesine sahip olursam; içinden sadece üç dirhem alır, gerisini bağışlarım’ demişti. Ali, Allah’ın lütfu için mücadele etmenin, dünyevi mallar biriktirmekten kıyas kabul etmez derecede daha önemli olduğunu ve refahın servetten ziyade, Allah’ın ihsanından kaynaklandığını kuvvetli bir şekilde ifade etmişti: ‘Eğer kader size bir yarın bahşederse; Tanrı, sizin geçimlerinizi temin edecektir. Bilin ki, ihtiyacınızın ötesinde elde ettiğiniz her şey, sizin tarafınızdan sadece başka birinin kullanımı için depolanmaktadır…’” (Benedikt Koehler, İslam’ın Erken Döneminde Kapitalizmin Doğuşu, Çev: İsmail Kurun, Ankara, 2016, s.126-127). “Ömer, şahsi ve resmî işleri için ayrı ayrı hesaplar tutarken; Osman, Halife’nin, İslam Hükümetinin ‘temsilcisi’ olduğunu ileri sürerek, resmî işlerin hesabını verme mükellefiyetinin kendisini bağlamadığını iddia ettiğinden, ‘şahsi’ ve ‘resmî’ hesaplar arasındaki ayrım, bulanıklaşmıştı. Ömer, sert ama adaletli olduğundan, kendisine saygı duyuluyordu. Osman, iktidarı suiistimal etmesi ve akrabalarını kayırması sebebiyle kötüleniyordu.” (Koehler, a.g.e, s.122). Özetle, Muaviye ve Ümeyye oğullarının (Emeviler) iktidarı zorla ele geçirmesi ile “B” tipi “Yağma-Yeniden Dağıtım” mübadele tarzı perçinlenmiş oldu.

Sonuç

Şu anda insanlık, sermaye-şirket ve para-meta mübadelesinin (C tipi) hegemonyası altındadır. İnsanlığın kurtuluşu “D” tipi mübadele tarzındadır. “Komünizm/Sosyalizm”, bunu “devlet” zoru ile Tanrısız-Tek Dünyalı ve Ruhsuz (“Kahraman” insan) olarak denedi ve olmadı. Eğer insanlık tersini “Bilinçli” olarak ve “Gönüllü” olacak tarzda uygularsa (“Mesihçi-Mücahit” tip); olur. Değilse; kıyamete (III. Dünya Savaş’ına) hazır olmak gerekir.

AK Parti ve Üniversite

Üniversite, Batıda Kilisenin ortaçağda oluşturduğu dogmalara karşı yine kilisenin içinden yaratılan eleştirilerle başlamış ve daha sonra özerklik kazanıp ona savaş açmış, evrensel bilimi iktisap etmeye çalışan seküler bir kurumdur. On dokuzuncu yüz yılda “Pozitivizm” akımı ile Felsefe ve Dinin yerini almaya çalışmış (“Bilim Kilisesi” P. Feyerabend); daha sonra iç eleştirilerle doğal sınırlarına çekilmiş; son yüz yılda da büyük ölçüde teknoloji ve ekonomiye eklemlenmiş bir kurumdur.

İslam Dünyasında “Medrese”, dini dünya görüşünü, düşünce ile meşrulaştırma misyonu ile kurulmuş; daha sonra felsefe ve bilimsel faaliyetleri bünyesine almış; Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde ise, skolastik/dogmatik düşüncesizlik çukuruna düşüp talim/tedris/tahsil faaliyetine indirgenerek çökmüş bir kurumdur. Çöküş aşamasında yapılan ıslahat çabaları fayda vermemiş ve II. Abdülhamit döneminde Batıdan üniversite ve modern eğitim kurumları alınmaya çalışılmıştır. Cumhuriyet döneminde, medreseler kapatılmış ve “Üniversite reformu” yapılarak bilimsel düşünce taklit edilmeye ve oluşturulmaya çalışılmıştır. M. Kemal Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” cümlesi, cumhuriyetin temel telosunu ifade eder. Teknolojik geri kalmışlık, üniversitelerde “Bilim” olarak sosyal bilimler değil; fen bilimlere ağırlık verilmesini doğurmuştur. Oysa felsefe, teoloji ve sosyal bilim nosyonu olmadan pozitif/fizik bilim nosyonu zor gelişir. Bizim klasik dönemde de Batıda da böyle olmuştur. Sami Selçuk’un, 25. 5. 2024 tarihinde Karar gazetesinde yayınladığı “Aydınlanma” adlı makalesinde zikrettiği aşağıdaki olay, aktif felsefi ve teolojik düşüncenin olmadığı medreselerdeki durumu gözler önüne koyar.

“İstanbul’da bulunan François Baron de Tott’un tavsiyesiyle Padişah Üçüncü Mustafa, matematik okulu (riyaziye mektebi) açılmasını buyurur. Okulun başına da Baron de Tott geçecektir. Kimi hendeseciler, geometriyi ve matematiği iyi bildikleri iddiasıyla bu öneriye karşı çıkarlar. Bunun üzerine bütün mühendishane müderrislerinin (profesörler) de katıldıkları bir toplantı yapılır. Baron de Tott, üçgenin açılarının toplamını sorar, onlara. Müderrisler, bahriye subayları, ilkin kendi aralarında tartışmak için, neyi tartışacaklarsa, izin isterler ve daha sonra şu yanıtı verirler: “Üçgenine göre değişir.” Oturumda padişah yoktur, ancak o anda iki hükümet yetkilisi de orada bulunmaktadır. (Baron de Tott, Mémoires sur les turcs et les tartares, Paris, 1784, cilt III, s. 212-215).

Osmanlı medreselerinde “Felsefe” yapmayı geçtik, canlı bir “teolojik” düşüncenin bile olmaması, “Bilimsel” düşünceye (Keşif-icad) geçişi zorlaştırmıştır. Batıda bilim, dinamik bir felsefi ve teolojik düşünme akabinde-rahminde çiçeklenmiştir. Mitolojik-Menkıbevi (Tasavvuf-Tarikat) düşünmenin egemen olduğu Osmanlı toplumu, -medreseye rağmen- “Teolojik Düşünme” aşamasına dahi geçememiştir. Osmanlı coğrafyasında ilk canlı Türkçe “teolojik” düşünme faaliyeti, İçinde Kabala (Ebced-Cifr), Mistisizm ve Eşariliğin sentezlendiği Said-i Kürdi’nin “Risale-i Nur” külliyatıdır. Türkiye’de –Fetö dâhil- bir sürü dini cemaat, bundan çıkmıştır.

Bu akut/kısır geçmişe rağmen, Türkiye’de üniversiteler nispi olarak gelişme kaydetmiştir. 1950’de Demokrat parti iktidarı başta olmak üzere, 1960 ihtilali, 1972 muhtırası ve 1980 ihtilalinde –YÖK ile- Üniversite boğulmaya çalışılmıştır. “28 Şubat Süreci”ndeki askeri-ideolojik zevzeklik, daha sonra muhafazakâr cenahtaki içerlemeyi ve onun –üniversiteyi de etkileyecek- semptomlarını hazırlamıştır.

İki binler sonrasında Ak Parti iktidarı döneminde hem özel hem de devlet üniversitelerinin sayısı artırılmıştır. Ancak bu kadrolarda “Üniversite” ve “Bilim” kavramları, “Pozitivizm” ve “Devrim” kavramlarının gölgesinde “İlm”in ve “İslam”ın karşıtı bir “güvensizlik” ve buna eşlik eden bir de “hayranlık” imgesine sahiptir. “Prof”luk ünvanı, muhafazakârlarda mit düzeyindendir. Bu unvan, mesleğini icra etmek için değil; siyasete ve bürokrasiye atlamak için “aparat” olarak kullanılır. Klasik dönemdeki bilim adamları ve onların keşif ve icatları ile –iflas etmiş bakkalın veresiye defteri ile övündüğü gibi- övünülür; ancak, “iflas etme”nin üzerine düşünülmez. Cumhuriyetin erken dönemindeki Lise eğitim seviyesinin, bugünkü üniversitelerde olmadığı müsellemdir. Bugün siyasetçiler, bürokratlar ve zenginler, çocuklarını Türkiye’de değil; yurt dışında okutmaktadırlar.

Bu süreçte bir taraftan üniversiteler, Rektör atamaları ve kadrolaşma ile “ele geçirilmeye” çalışılan ” Kale”ler olarak görülürken; diğer taraftan da, büyük üniversiteler bölünmeye ve yeni üniversiteler açılmaya devam edildi. Bu faaliyetleri motive eden üç temel neden vardı: 1- AVM ve TOKİ… motivasyonunda olduğu gibi inşaat rantı. 2- Seçmenlere/şehire öğrenci/müşteri temini. 3- Partililere kadro ve istihdam sağlamak. Kalıbımı basarım ki, bu sürece “ilm”in “İ”si ve “Bilim” in “B”si de hakkıyla eşlik etmemiştir. İlahiyat fakültelerinin sayısının –İmam Hatip liseleri ile birlikte- artırılmasındaki temel motivasyonu, muhafazakâr “seçmen”lerin sayısını artırmaktır. Doğal olarak sayı çoğaltılırken (Enflasyon), kalite de, gerilemeye başlamıştır. İstanbul’da çok katlı oto-parktan bozma, otoban üzerinde… özel-vakıf üniversiteleri açıldı. Buralar, birer “ticarethane” mantığı ile işletilmektedir.

Erzurum’da Atatürk Üniversitesinde bir fakülteye araştırma görevlisi alımı ile ilgili bir olay anlatılmaktadır. Sınavlarda en yüksek puanı aldığı halde; aday, mülakatta elenmektedir. Bir arkadaşı ona Üniversitede “Nurcu” bir fraksiyon olan “Kırkıncı Hoca”nın egemen olduğunu; eğer görev almak istiyorsa, onlarla irtibata geçmesi gerektiğini tavsiye ediyor. Delikanlı da, bu tavsiyeye uyarak sonunda mülakatta kazanıyor. Sonra da şu cümleyi sarf ediyor: “Şimdiye kadar, “birinci” oluyordum; fakat kazanamıyordum; ne zamanki “Kırkıncı” oldum, kazandım.” Bu cümle, her şeyi özetliyor. Oysa Akademi, bilimsel merak ve liyakat üzerine kurulması gereken bir kurumdur; ahbap-çavuş ilişkisi üzerine değil. “Biz, sayıyı artırdık; siz de kaliteyi artırın” demek, ironiktir; zira çok para basarak (enflasyon), paranın değeri korunamaz.

FETÖ ile işbirliği yaptıkları dönemde Türkiye’ nin başarılı kurumlarından biri olan ÖSYM’ nin ne hale geldiğini hepimiz biliyoruz. YÖK’ü kaldırmayı vadeden Ak Partinin, iktidar olduktan sonra bundan vazgeçmesi, ibretamizdir. Rektör seçimlerinin fakültelerden alınıp, Cumhurbaşkanlığının yetkisinde genellikle belli-başlı Tarikat ve Cemaatlere verilmesi, üniversiteye hangi gözle bakıldığının bir işaretidir. Oysa demokratik bir hukuk devletinde Üniversite, Din ve Hukuk kurumları, siyasal erke değil; sadece devlete bağlıdır. Buraları vicdanı hür, irfanı hür, liyakatli ve öz(ü)-gür insanlar deruhte edebilir. İkiye bölünen bir Üniversiteye bir mistiğin adının verilmesi (Hacı Bayram Veli) örneği, bilime mistik gözle bakıldığının kanıtıdır.

Bu dönemde meslek eğitimi, büyük ölçüde ıskalanarak, üniversite eğitiminin pompalanması, sonuç olarak işsizliğin ertelenmesi ve ciddi düzeyde –sektörüne göre- istihdam açığı ve fazlası sorununu doğurmuştur. Uzun süre atanmayı bekleyip; sonra da yurt dışına gitmeyi veya intiharı tercih eden gençlerimizin sayısı, herkesçe malumdur.

Sayı artınca, içerik de kaybolunca, bari para kazanalım diye, yurt dışından (ağırlıklı olarak Afrika) öğrenci alımına başlandı. Son Karabük Üniversitesindeki skandal olaydan sonra, bu öğrenci alımlarının hangi kriterlere göre belirlendiği hakkında ortalıkta ciddi dedikodular dolaşmaktadır.

Üniversitelerin kalitesini ölçen Uluslararası “QS” indeksinde Türk üniversitelerinin derecelerinin/sıralamasının sürekli düşüşte olduğu bilinmektedir. 2024 ölçümlerinde ilk 500 üniversiteye Türkiye’den sadece üç; ilk 1000 üniversite arasına da sadece 10 üniversite girebilmiştir. (https://universityguru.com.te).

SONUÇ

Kavram ve kurum yaratamayan toplumlar, ödünç aldıkları kavram ve kurumların içeriğini boşaltarak kendilerine benzetirler. Birbirine “İcat çıkarma!” direktifi veren; “Doğru söyleyeni, dokuz köyden kovan”; düşünmeye “kara” çalan (“kara kara düşünme!”) bir toplumuz. Eski âlimler: “İlim, iğne ile kuyu kazmaya benzer; sen ona kendini tümü ile vermedikçe; o, sana hiçbir şey vermez” derlerdi. Klasik dönemimizdeki “İlmî” ve modern Batıdaki “Bilimsel” keşif ve teknolojik icatların tarihi, bunu doğruluyor. “Hayrete düşme” olmadan teemmüli düşünme; “Merak etme” olmadan da bilimsel keşif ve icat çıkarılmaz. Biyolojik değil; kültürel genetiğimizde uzun süreden beri ne “Hayret”, ne de “Merak” yeterli olmayınca; “Üniversite” olayı, ülkemizde böyle oynanıyor.

Temsil-ticaret veya Diyanet-tarikat

Evrensel hak dininin özü vicdani duyarlılık (merhamet-adalet) ve Tanrı ile canlı-doğru bir iman ilişkisidir. Yani hasbi ve muhasibi olmaktır. Peygamberler, bu özü tebliğ etmişlerdir. Peygamberlerin ölümünden sonra kutsal kitapta söylenenleri halka açıklamak ve anlatmak için bir “Âlimler” grubu (3/7, 4/162, 26/197, 35/28); bir de mabette (Havra-Kilise) ibadetleri yönetmek için “Din-adamları (Haham-Rahip)” grubu ortaya çıkmıştır. Müminler, politik olarak örgütlenince (Devlet), dini de kurumsal olarak örgütleyip bir din bürokrasisi yaratmışlardır. Bundan sonra din, asli işlevini yerine getirmenin yanında: 1- Politik iradeyi meşrulaştırma; 2- Din adamlarının sömürü aracına dönüşmüştür. Erich Fromm, bu durumu şöyle tasvir eder: “Bütün büyük dinler, bir “din bürokrasisi”nce yönetilen kitlesel kurumlar haline gelir gelmez, özgürlük ilkelerini çiğnemeleri ve saptırmaları, bu dinlerin bir trajedisidir. Dinde örgütlenme ve bu örgütlenmeyi “temsil” eden insanlar (din adamları), bir ölçüde, ailenin, kabilenin ve devletin yerini alırlar. İnsanı özgür bırakmak yerine; tutsak ederler. Artık “Tanrı”ya değil, onun adına konuştuğunu iddia eden topluluğa tapınılmaktadır. Bütün dinlerde bu yaşanmıştır.” (Erich Fromm, Psikanaliz ve Din. Çev: Ş. Alpagut. İst. 1990. S. 82) Resmen (Vahiy yolu ile) görevlendirilmesinin dışında bir insanın, “Tanrı” adına konuşması veya dinsel-ahlaki “Hakikat”i kesin olarak bildiğini iddia etmesi, din açısından dehşetengiz bir şeydir: “Cahil, cesur olur.”

Yahudilikte ortaya çıkan bu durumu, Hz. İsa, Matta İncil’inin 23. Babında 12 paragraflık uzun bir konuşmasında şiddetle eleştirmiştir. Örneğin, birinde şöyle diyor: “Vay halinize ey din adamları (Ferisiler)! İkiyüzlüler! Siz nanenin, anasonun ve kimyonun “öşür”ünü verirsiniz de, Kutsal yasanın daha önemli yönleri olan adalet, merhamet ve sadakati ihmal edersiniz. Oysa öşürü vermeyi ihmal etmeden, asıl bunları yerine getirmeli idiniz. Ey kör kılavuzlar! Sivrisineğin yağını süzer (Ritüel-şekilcilik-İG); Deveyi hamutu ile yutarsınız. Bardağın ve çanağın dışını temizlersiniz; ama bunların içi açgözlülük ve taşkınlıklarla doludur. Sen önce, bardağın ve çanağın içini temizle ki, dıştan da temiz olsunlar”… (Matta. 23. Bab. Ayet: 23-24)

Kur’an da mü’minleri bu konuda uyararak şöyle der: “Ey iman edenler, Haham ve rahiplerin çoğu, insanların mallarını, haksız yere yiyip, onları, Allah’ın yolundan alıkoyuyorlar. Fakat bütün o altın ve gümüşü toplayıp, Allah yolunda harcamayanlar var ya; onlara çetin bir azabı müjdele: Bu altın ve gümüş, cehennemde kızdırılıp onların alınlarına, böğürlerine ve sırtlarına yapıştırılacak ve onlara: “İşte kendiniz için topladığınız hazineler” denecek.” (9/34-35).

Müslüman filozof el-Kindi, dini “temsil” iddiasında bulunup onun ticaretini yapan “din adamları” hakkında şöyle diyor: “ Layık olmadıkları halde hakkı “temsil” iddiasında olsalar da, bunların kıt zekâları, hakikatin ruhunu kavramaktan acizdir. Bilgileri ise, derin düşünce sahiplerini takdir etme; faydası herkese ve onlara da olacak olan, içtihat yapma düzeyinde değildir. Bunların hayvani nefislerinde yer eden haset kiri ve düşünce ufuklarını kaplayan karanlık, hakikatin nurunu görmeyi engellemiştir. Saldırgan ve zalim/zorba durumunda olan bunlar, haksız yere işgal ettikleri kürsüleri korumak için, elde edemedikleri ve uzağında bulundukları insani faziletlere sahip olanları aşağılarlar. Amaçları, riyaset ve din tacirliğidir. Oysa kendileri, dinden yoksundurlar. Çünkü bir şeyin ticaretini yapan, onu satar; sattığı ise, artık kendinde değildir. Kim, din tacirliği yaparsa, onun dini yoktur. Varlığın hakikatinin bilgisini edinenlere karşı çıkan ve onu “küfür” sayanın, dinle bir ilişkisi kalmaması gerekir.” (el-Kindi, Felsefi Risaleler. İst. 2015. s. 151)

Kur’an, vahiy/peygamberlik tarihinde iki büyük devrim yapmıştır: 1- Tabiat kanunlarının yırtılması (harku’l-adet) anlamında “Mucize”yi kaldırıp; onun yerine, bizzat tabiat kanunlarının kendisini mucize olarak ileri sürmek (Ayât). 2- Dindarlık için din adamını ve mabedi “zorunlu” olmaktan çıkarmak: “Yeryüzü mescittir” ve “İslam’da rahbaniyyet (Rahiplik) yoktur.”

Dini örgütlenmelerin ve “Din adamı” sınıfının, din sömürüsü, “Temsil” iddiasından kaynaklanmaktadır. Örgüt veya kişi, kendini ya “Tanrı”nın veya “Hakikat”in temsilcisi olarak görmektedir. Tanrı “Ğayb”; ahlaki hakikat de, yüzeyde değil; derin/dip “fıtrat”ta olunca; “temsil”, fani varlık olan insan için imkânsızdır. Tanrı veya hakikat, sadece bireysel veya intersubjektif bir arayış çabasından (içtihat-cihat) bahsedilebilir. “Kur’an (ahlaki sorumluluk), şayet bir dağa yüklenseydi, Allah/sorumluluk korkusundan paramparça olurdu” (59/21) ifadesi, bunun delilidir.

İslam toplumlarında örgütsel din bürokrasisi, Şiilikte “İmamet/Ayetullah/Mehdilik”; Sünnilikte ise, “Hilafet” ve “Tarikat” kurumlarında ortaya çıkmıştır. Sünnîlikte “Ulema” grubu, örgütsüz olarak, dini hakikatleri, -“temsil” iddiasında bulunmadan- sivil olarak “içtihat” ve “fetva”ları ile ortaya koymaya (Tebliğ) çalışmışlardır. Ulemanın son cümlesi, daima: “Allahu a’lem bi muradihi/Allahu a’lem bissevap= En doğrusunu, Allah bilir.” olmuştur. Eskiden “Medrese”lerde olan bu sorumluluk, bugün “İlahiyat” Fakültelerine intikal etmiştir.

TARİKAT VE DİYANET

Osmanlı imparatorluğunda örgütsel dini bürokrasi, “Şeyhülislamlık” ve “Tarikat”larda ortaya çıkmıştır. Padişahlar, “Şeyhülislamlık” aracılığı ile dini, kendi iktidarlarını meşrulaştırmaya çalışmışlar; Tarikatlar ise, dini hamiyet yanında, bu yapıyı devletten “vakıf” maskesi ile mal-mülk-araziler elde ederek nemalanma ve onun iktidarına ortak olma “aparatı” olarak kullanmışlardır. Tarikatlardaki bürokratlar, -sürüsüne bereket- veli, şeyh, mürşit, gavs, kutup, ricalulgayb, seyyid, şerif, abdal, baba, dede, efendi… olarak isimlendirilir.

Cumhuriyet döneminde Şeyhu’l-İslamlık”, “Hilafet” ve “Tarikat” örgütleri, ilga edildi. Bunların yerine “Diyanet” teşkilatı kuruldu. Bu bürokratik yapı, dini “temsil” kurumu olarak değil; “İbadet Hizmetleri”ni deruhte etmek ve sivil-politik, örgütlü temsil iddialarını “kontrol” etmek için kuruldu. Buradaki bürokratlar (memurlar) Başkan, müftü, vaiz, imam ve müezzindir.

İki binli yıllardan sonra, bu örgütlü yapıya politik iktidarlar, kendini muhafazakâr halk yığınları nezdinde meşrulaştırmak için –kisve giydirerek- bir “Temsil” yetkisi vermeye çalıştı. Temsil iddiasında bulunan “Başkan”ın sarığı, pratikte siyasal iktidarın eteklerine değiyor. Oysa “Âlim”in başı, göğe değer. Din adamlarına muhalif olarak, hiçbir peygamberin özel bir “kisve”si olmamıştır. Bir topluluk içinde oturan peygamberi tanımayan sahabenin sorusunda olduğu gibi: “Hanginiz Muhammed?”

Diyanet, kurmuş olduğu “Vakıf” aracılığı ile ticaret yapmaya başladı. Böylece, özü fedakârlık ve uğrundalığa dayanan din-vakıf, “Diyanet” te ağırlıklı olarak iş bulma/istihdam edilme, ticaret ve siyasal iktidara destek aracına dönüştü. Kamudan kendine ayrılan bütçe karşılığında, bu örgütsel yapının, “hizmet” olarak topluma ne verdiğini, ciddi bir şekilde muhasebe etmesi lazımdır. Alimallah, yoksa -Allah’ın yukarda tehdit ettiği gibi-, karınlarına ateş doldurmuş olurlar. Örneğin: “İsraf “hakkında hutbeler okutan Diyanet İşleri Başkanının, yerli arabamız “Togg”un açılışında dua okuyup; -bugünkü ekonomik koşullarda ve kamuda “tasarruf”tan bahsedildiği bir dönemde- makam aracı olarak 15 milyonluk “Audi”ye binmesi, ibretamizdir.

Cumhuriyetin erken döneminde dini hamiyet için kurulmuş “Cemaat”ler ve 1950’den sonra tekrar zuhur eden “Tarikat” lar da, artık, dini hamiyetten ziyade; temsil aracılığı ile ticaret ve siyaset yapıyorlar. Bir toplumda vicdan dumura uğrayınca, iman da, canlı-dinamik bir “ilişki “olmaktan çıkıp; cepte ölü itikat/inanç (Amentü) haline gelmiş ise;-ibadetler ile dini ifa edip-; ötesinde, yapılacaklar da bundan ibarettir.

SONUÇ

Toplum olarak vicdan diriltmeye ve iman tazelemeye ihtiyacımız var. Diğer türlü, sofuluk-dindarlık adı altında –şu anda olduğu gibi- şeytanın maskarası olmaktan kurtulamayız. “Kötülüğünün farkında olanın imanı, bizi aşar; arşa değer.” (Cüneyt-Kızıl Goncalar). “Kökü sallanan ağacın, dalı iflah olmaz. (Sâdi Efendi- Kızıl Goncalar), “Ahlak yolu dardır; tetik bas, önü yardır.” (Z. Gökalp)

“Tanrı Öldü”, Allah Ne Yapıyor?

Tanrı’nın Ölümü

Nietzsche’nin “Tanrı öldü” sözüne, onun ateist kininin bir ifadesi olduğu sanılarak, “Nietzsche öldü”. Tanrı” naziresi ile karşı çıkılmaya çalışılır. Oysa Heidegger’in ifade ettiği gibi bu yargı: “Batı tarihinin, iki bin yıldır süregelen yazgısını ifade eder… Nihilizm, Nietzsche’nin bildiği, geçen (19’uncu) yüzyılda egemen olan, şimdiki (20’nci) yüzyılı da belirleyen, tarihsel bir (düşünce) akımının adlarından biridir. Nietzsche, bu akımın yorumunu, kısa bir cümlede özetledi: “Tanrı öldü.” (M. Heidegger, Nietzsche’nin “Tanrı Öldü” Sözü, Çev: Levent Özşar, Bursa, 2001, s 14.) Batı tarihinde Kilise’nin açtığı parantezde işledikleri cinayetlere bir isyan olarak, yine Batı insanının istiğna ve istikbârının bir sonucu olarak Tanrı’nın öldürülmesi; ruhun, vicdanın, kalbin, dinin, merhametin ve adaletin ölümüdür. Ölen “Tanrı”nın Kilise’nin yarattığı Tanrı imgesi olduğunda kuşku yoktur.

Nietzsche, Şen Bilim adlı kitabının “Kaçık Adam” adlı bölümünde bu olayı şöyle tasvir eder: “Kaçık adam, onların (pazar yerinde toplananlar) arasına dalıp, bakışları ile onları delip geçerek: ‘Tanrı nerede?’ diye sorar, ‘şunu da söyleyeceğim, onu, biz öldürdük; sizlerle ben! Hepimiz, onun katiliyiz. Ama bunu nasıl yaptık? Denizi kim içebilir? Bütün ufku silmemiz için, bize bu süngeri kim verdi? Güneşin zincirlerinden koparırken ne yaptık biz yeryüzüne (dünyaya). Nereye gidiyor şimdi dünya? Biz, nereye gidiyoruz? Bütün güneşlerden uzağa mı? Sürekli boş yere, geriye, öne, yana, bütün yönlere atılıp durmuyor muyuz? Üst-alt kaldı mı? Sanki sonsuz bir hiçte yolumuzu yitirmiyor muyuz? Boş uzayın soluğunu ensemizde hissetmiyor muyuz? Hava giderek soğumuyor mu? Giderek daha çok karanlık ve gece gelmiyor mu? Öğleden önce fenerler yakmamız gerekmiyor mu? Tanrı’yı gömen mezar kazıcıların yaygarasından başka bir ses duymuyor muyuz? Tanrı’nın çürümesinden başka koku duymuyor muyuz? Tanrı, çok çürüdü. Tanrı öldü! Tanrı öldü! Tanrı öldü! Tanrı öldü gitti! Onu öldüren de biziz! Bütün katillerin katili olan biz, nasıl avunacağız? Dünyayı şimdiye kadar elinde tutan, en kutsal, en güçlü olan, bizim bıçaklarımızla kana bulandı. Bizden bu kanı kim temizleyecek? Hangi suyla temizleyeceğiz kendimizi? Nasıl bir kefaret töreni düzenlesek? Hangi kutsal oyunu (dansı) oynasak? Bu eylemin çapı bizim için fazla büyük değil mi? Bu eylemi, biz gerçekleştirdiğimiz için; bizim, Tanrı olmamız gerekmiyor mu? Tarihte bundan büyük bir eylem/olay olmadı… Bu tekinsiz olagelme daha yolda. Yolculuğunu sürdürüyor. Bu haber, henüz insanların kulağına ulaşmadı. Şimşek ve gök gürültüsü de gerçekleştikten sonra görülür-duyulur…’” (Heidegger, a.g.e., 16-17.)

Batı’nın Aydınlanma, Rönesans, Reform, Endüstri Devrimi, Fransız İhtilali ile girdiği bu süreç, insanlığa fatura olarak dünyanın büyük bölümünün kolonileştirilmesi/Emperyalizm, İki dünya savaşı, Faşizm, Komünizm ve Kapitalizm ve (en son “Gazze” dâhil) katliamlar olarak ödetildi.

Allah Ne Yapıyor?

Kur’an’ın “Sünnetullah” ve “Esmau’l-Hüsna” kavramları ile tasvir ettiği “Allah” imgesi, İslam düşünce tarihinde başlıca dört farklı şekilde ortaya konmuştur: Mu’tezile-Matüridi, Eş’ari, Felsefi ve Tasavvufi. Bu imgelerin ontolojik- ahlaki içerikleri özetle şöyledir:

a) Mu’tezili-Matüridi Tasavvur: Mu’tezile, Allah tasavvurunu “Adalet”; Matüridilik, “Hikmet” kavramları ile kristalleştirmiştir. Her ikisi de Kur’an’a uygundur. İnsana irade özgürlüğü verilmiştir ve Allah, insanlarla canlı ve ahlaki ilişki halindedir: “Kör, Allah’a nasıl bakarsa; Allah da köre öyle bakar.” Ahlaki iyi ve kötüyü (Husn-Kubuh) insan aklı bilebilir. Peygamber gelmese de, insan yaptıklarından sorumludur. Peygamberlik, Allah’ın rahmeti ve lütfudur. Her iki ekol de mevcut ortamda yaygın olan dogmatizm, taklit, kör inanç/batıl itikat tehlikelerine karşı “İman” mevzusunda akla ve bilgiye aşırı vurgu yapmaları, imanın içerdiği duygusal değerlilik yaşantıları olan haşyet, huşu, saygı, korku, sevgi, umut, takva, kaygı ve güven unsurlarını zayıflatmış ve onu salt bir inanca (tasdik) indirgemiştir.

b) Eş’ari Tasavvur: Allah Kadir-i mutlak, Mürid-i mutlak ve Âlim-i mutlaktır. “Hikmetinden sual olunmaz”dır: “Kadercilik”. Bu ekol, müşriklere yapılan “Allah’ı gereği gibi takdir edemediler” (6/91, 22/74, 39/67) ve Yahudilere yapılan: “Eğer inanıyorsanız, imanınınız size ne kötü şeyi emrediyor” (2/93) ithamlarını hak eder. İnsanın yaptığı ahlaki kötülükleri “Kadercilik” ihtimamı, sözde saygısı ile Allah’a yüklemeleri ile de: “Allah’a iftira edenlerden daha zalim kim olabilir?” (61/7, 29/68) tekdirine muhatap olurlar.

c) Felsefi Tasavvur: Başta Farabi-İbni Sina ve İbni Rüşt olmak üzere, “Meşşai” İslam filozofları Platon ve Aristo’dan etkilenerek Allah’ı “Zorunlu Varlık (Vacibu’l-Vücut)” kavramı ile “Onto-Teoloji” olarak tasavvur ettiler: Platon’un en mükemmel “İde”si ve Aristo’nun “Cevher” (İlk Neden) kavramlarının yansıması. Varlığın kendisinden zorunlu olarak “Sudur (Taşma)” ettiği; “yoktan yaratma”nın mantıken imkânsız olduğu “mükemmel-mutlak” varlık. İslam filozofları, Derrida’nın “Huzur Metafiziği” dediği, -Tanrı dâhil- her şeyi huzura getirme, el-altına alma; Levinas’ın, “bambaşka (Münezzeh)” olandan dehşete düşerek, her şeyi, aynileştirme, ontolojileştirme (Ontolojik Emperyalizm) çabası içinde olan Yunan Felsefesi tarafından ayartılmışlardır. Pascal’ın dediği gibi: “İbrahim’in Tanrısı, İshak’ın Tanrısı, Yakub’un Tanrısı… filozofların ve teologların Tanrısı değildir.” (Martin Buber. Tanrı Tutulması, Çev: A. Tüzer, Ank., 2009, s 85.)

d) Tasavvufi Tasavvur: Felsefi temeli “İşrak Felsefesi”inde olduğu gibi (Nuru’l-Envar=Nurların Nuru), “Varlığın Birliği”ne (Vadet-i Vücut) dayanan ve Hint, Çin, İran ve Yeni Plantonculukta kristalleşen bu tasavvur, ne kadar İslamileştirilse de, buraların kirini, mayasını, pasını, kokusunu, bulaşığını taşır. Bu tasavvurların ahlaki bir karakteri, kişiliği (Huve), kimliği, benliği, kendiliği, zatiyyeti olan “Allah” ile bir ilişkisi yoktur. Kur’an’da yoğunlukla Ahiret’e ertelenmiş Merhamet (Rahîm-Afuvv, Ğafur) sıfatının, Dünyaya-insanlığa taşınarak iman-küfür, adalet-zulüm, hak-batıl, tayyip-habis… ahlaki ikilemlerini eriten/yutan, “merhametinden maraz doğan” ve “Gel, gel; yine de gel; Müşrik olsan da gel; Mecusi olsan da gel; tövbeni bin kez bozmuş olsan da gel, ne olursan ol, yine de gel” (Mevlana) diyen Tanrı tasavvurunun, kâfir ve zalimlere karşı Adil, Kahhar, Cabbar, Zu-İntikam… olan Kur’an’ın Allah’ı ile de bir ilişkisi yoktur.

Müslümanların Bugünkü “İlişki” Durumu

Yukardaki tasavvurlardan tarihsel olarak en etkin olan Eş’ariliğinki idi. İslam dünyasında bugün bu tasavvurların bir karışımı hâlâ salt “Tasavvur” olarak duruyor; “Hayy-Kayyum” Diri-İş başında olarak değil. Mu’tezili ve Matüridi tasavvur -ülkemizde olduğu gibi- birçok yerde Eş’ari tasavvurun yerine ikame edilmeye çalışılıyor. Benim görebildiğim kadarı ile temel sorun, ta baştan beri -Kelam âlimlerinin uğraştığı- Kur’an’a uygun doğru bir tasavvur oluşturmaktan daha önemlisi, Allah-İnsan “İlişki”si sorunudur. “İman” doğru anlaşılmadığı için, “İtikat/Tasdik/İnanç” Mürcie tarafından, -Hariciliğin ve Mu’tezilenin, ameli, imana katan iman tanımlarına tepki olarak- geçerli-doğru iman kabul edildi ve “Müslüman/Mümin” kimlik için yeterli görüldü. Bu görüş de zamanla “Ehl-i Sünnet” oldu. Oysa iman -amel, imanın “parçası” olmasa da-; salt bir zihin fiili (marifetullah, bilgi, tasdik, inanç, itikat) değil; bir kalp fiilidir. Yani haşyet, huşu, şükran, saygı, korku, sevgi, güven, umut, takva, kaygı ilişkisidir. Artar, eksilir, tavan yapar, yok olur. İnanç/itikat (akide-amentü) hafızada/cepte durur; ancak amel/ahlak yaratmaz. Oysa iman, amel-ahlak doğurur: “Küpün içinde ne varsa; dışına o sızar”, “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz”.  Şu ayetler, bu durumu net bir şekilde ortaya koyar: “İman edenlerin, Allah’ı anmaktan dolayı kalplerinin saygı ile ürperme zamanı hâlâ gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilenler (Yahudi ve Hristiyanlar) gibi olmasınlar. Zira onlar, kendilerine kitap verildikten sonra uzun zaman geçince, kalpleri katılaştı ve çoğu da günahkâr/fasık kimselerdir” (57/16). “Bedeviler: ‘iman ettik’ dediler; de ki: İman etmediniz; ‘Tasdik ettik/teslim olduk/boyun eğdik’ deyin. İman, henüz kalplerinize girmedi… İman edenler ancak, … imanlarından şüpheye düşmeyen ve malları ile canları ile Allah yolunda cihat edenlerdir.” (49/14-15). Aradan 1.400 sene geçtiği için, bugünün Müslümanları da, o günün Müşrikleri, Yahudileri ve Hristiyanları gibi değil mi?

Sonuç

Vahiy, Allah’ın insan vicdanına seslendiği; insanın dinlemesi ve düşünmesi gereken en doğru sözdür. Bugün “Müslüman” olduğunu söyleyenlerin ilk yapması gereken şey, bu söze itibar ederek, ihtimam göstererek vicdanlarını diriltmek, inançlarını/tasavvurlarını ‘tashih’ etmek ve iman etmektir. İman, tasavvuru tashih edilmiş bir “Allah” tasavvuru ile “Ezeli Misak”ı (7/172) yenilemektir. Gerisi (ahlak) kendiliğinden gelir.

Genelde insanlık, özelde ise İslam toplumları, büyük ölçüde imanı kaybetmiştir. İnsanlık bir “Akıl Tutulması” (Max Horkheimer) ve bir “Tanrı Tutulması” (Martin Buber) ile karşı karşıyadır: “Bu mecazla (Tanrı Tutulması) biz şu müthiş varsayımı ortaya koyuyoruz: Nasıl cismani gözümüzle Güneş’e bakıyorsak, “Ruh/Kalp Gözü”müzle de Tanrı’ya bakabiliriz; nasıl (Güneş tutulmasında) yeryüzü ile Güneş’in arasına tutulma esnasında bir şey (Ay) giriyorsa; kendi varlığımızla Tanrı’nın arasına bir şey (insanın istiğnası-İG) girmektedir. Tanrı ışığının tutulması, asla bir sönüş değildir. Yarın dahi araya giren şey (eğer istenirse-İG) ortadan kalkabilir.” (M.Buber, Tanrı Tutulması, s.153.)

Türkiye’nin Temel Sorunu: Akıl Fukaralığı ve Vicdansızlık

Kiliseye başkaldırı olarak Aydınlanma-Rönesans ve Endüstri-Teknoloji Devrimi, Avrupa’nın insani-toplumsal ilişkilerini, iktisadi üretim tarzını-ilişkilerini ve siyasal yapısını toptan değiştirdi. Ulus-devletler, vatandaşlarına düşünme ve mesleki beceri eğitimi (bildung) verdi. Osmanlı İmparatorluğu, geleneksel tarım-hayvancılık iktisadi yapısı ve Skolastik düşünce tarzı ile bu değişime ayak uyduramayarak çöktü.

Türkiye Cumhuriyeti, Batıcı aydın ve bürokratlar tarafından Batı’yı taklit etmek üzerine kuruldu. İçeriğinden bağımsız olarak, “taklit/ezber” itiyadı hayli güçlü olduğu için Batı, “örnek” değil, “ölçü” olarak alındı ve farklı bir taklit başladı. Bu taklit çabası, toplumun belli bir kesimini, belli bir oranda etkiledi; ancak toplumsal, kültürel, iktisadi ve siyasal ilişkilerde yaratıcı bir yenilenme oluşturulamadı. Atatürk’ün, “mürşit” -değiştirme, yenileme- hedefi (“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir”) gerçekleştirilemedi. Eğitimde ve üniversitelerde yaratıcı düşünme eğitimi, yani felsefi düşünme, sosyal bilimler, icat çıkarma, eleştirme, müzakere-münazara yapma yerine; Batı’da üretilen felsefe ve bilimsel bilgiler yeni kuşaklara ezberletildi. “Bilim” adına teorilerin, ekollerin/okulların “sponsorluk”u yapıldı (Pozitivizm). Organik ve özgün/özgür bir kendilik/kimlik yaratılamadı.

Eğitim -meslek becerisi kazandırmanın ötesinde- insanın “insan” olma, yani yaratıcı ve ahlaki-estetik kapasitesi/potansiyellerini açığa çıkarma/aktüelleştirme yeteneğini ona kazandırmak ise; Cumhuriyet, bunu yeteri düzeyde başaramadı. Yeni nesillerde merak ve hayret duyguları uyandıramadı. Kültürel kodların, yaklaşık bin seneden beri tekrar ve taklide (skolastik) dayanması, doğal olarak bu sonucu doğurdu.

Muhafazakâr halk yığınları ve aydınları ise mevcut kimliklerinin sembolik koruna/közüne dokunulduğu gerekçesi ile (Hilafet-Şeriat ve Tarikatın ilgası) içe kapanarak, içerleyerek, dudakları uçuklayarak kendilerini/kimliklerini koruma telaşına düştüler. Onlar da “eğitime” (bildung) itibar etmediler. Çöküşün nedenlerini asla merak etmediler.

Düşünmenin Önündeki Engeller

Düşünme, akıl yürütme (tümevarım-tümdengelim, gözlem), yani mantıklı olma, mevzusuna göre değişen, öğrenilen, öğretilen bir husustur. İnsanlar genellikle içgüdülerine, alışkanlıklarına, geleneklerine, hafızasına (ezber) göre yaşamaya meyyaldirler. “Her şeyin başı eğitim” mottosu, doğrudur. Ancak bu eğitim, yukarıda tanımladığımız anlamda “insan olma” eğitimidir; yoksa insanları bir ideolojiye, mezhebe, dogmaya, doktrine göre kalıplama/şekillendirme, sürüleştirme (toplum mühendisliği) faaliyeti değildir. Onları özgürleştirmektir. Onlara merak etme, hayrete düşme, iradeli olma, gerekçeli tercih yapma, eleştirme, itiraz etme kapasitesi kazandırmaktır. Düşünme şeytanlık, kurnazlık, hilebazlık değildir. Gel ki onlar da düşünmedir; ancak düşünmeyi “kötü”ye kullanmaktır.

Vicdanı Diriltmenin Önündeki Engeller

Vicdan, ruhun bir yordamıdır. Tanrı tarafından insanda yaratılan ahlak kapasitesidir. Dindar-ahlaklı olma, onunla başarılır. Beş duyu verileri, akıl yürütme, duygulanım/hissetme ve sezmenin toplamıdır. Bal, temiz su, katıksız süt ve inci tanesine benzer. Sürekli teyakkuzda ve tetikte olma, uykusuz olma, kül yutmama becerisidir. Kur’an’da fuad-kalb-i selim, basiret, ruh, şe/a/hid olarak isimlendirilir. Tefekkür, taakkul, tezekkür, tafakkuh, tedebbür, taabbur, teemmül, nazar ve rey, vicdanın asli işi (yaratıcı yorum) olarak her mümine/Müslüman’a farz-ı ayn’dır (zorunlu). Vicdan sayesinde Allah’a iman etme başarılır ve ondan dua ile yardım talep edilirse; hakkı/ahlaki doğruyu bulma imkânı artar. Emareleri, yerine ve kişisine göre –karakter ve amel/eylem olarak- merhamet, utanma, sadakat, vefa, adalet, cömertlik, tevazu, minnettarlık/şükran, fedakârlık, kadirşinaslık, hakkaniyet ve hukuktur. Karşıtı ise kindarlık, kıskançlık, kibir, gurur/aldanma, istiğna, haset, fesat, fitne, cimrilik, nankörlük, tuğyan vesairedir. Düşünmeyi engelleyen hususlar, kendiliğinden vicdanın diri kalmasını da engeller. Gelenek, toplum, tarih ve insanın içgüdüleri (ego), vicdanı dumura uğratabilir.

Türkiye’nin Durumu

Düşünmenin ve vicdanın yaratıcı, yapıcı ve ameli/edimsel/fiili sonuçları açısından iyi bir yerde olmadığımız açıktır. Seküler-çağdaşçılarımızda öldükten sonra namı yürüyecek bir onur, başarı, kahramanlık utkusu/uğrundalığı zayıf olduğu gibi; muhafazakârlarımızda da “Gök kubbede hoş bir seda bırakmak”, “Hayırla yâd edilmek”, “Allah rızasını kazanmak” ve “cennete kavuşmak” beklentisi (uğrundalığı) zayıftır. Çünkü halkımız genellikle “inançlı”dır; fakat imanı ve idrâki zayıftır. Her iki cenah da, tecil edilmiş, veresiye bir “uğrundalık” değil; acil, şimdi ve burada olan bir “içinlik/cennet” peşindeler. Sekülerlerimiz, Alman düşünür Heidegger’in umduğu gibi, “ölüme-doğru varlık” olmanın bilinci ile “otantik” bir ahlaki moda geçemedikleri gibi; Fransız düşünür Alain Badiou’nun umduğu gibi, devrimci politik bir “olay” çıkarma, aşka düşme ve sanat-bilim yaratmanın (düşünmenin/felsefe yapmanın koşulları) peşine de düşmüyorlar. Tersine, ölümün, mutlak bilinmezliğe (Agnostisizm) karışmanın kapısı olması, akıl tarafından bilince mıhlandığı için onları, hayatı -ne pahasına olursa olsun- “dolu dolu yaşama”nın peşine takıyor. Böyle bir yaşam için gereken “kaynaklar”  yeryüzünde sınırlı olunca da karşı karşıya kalınan durum: “Ya ben ya sen” veya halkımızın ifadesi ile: “Altta kalanın canı çıksın”dır: Politik ve ekonomik alanlarda kötülüğün göbeği.

Türkiye’de “düşüncesizlik” hem üniversite-eğitim hem de halk düzleminde yoğun olarak ortaya çıktığı gibi; “vicdansızlık” da hem halkın kendi arasındaki ilişkilerde hem de halk ile devlet, devlet ile halk arasındaki ilişkilerde yoğun olarak ortaya çıkıyor. İkincisinin, teolojik-politik arka planı şöyle işliyor: Müslüman toplumlarda “devlet” katında “iktidar”, ilahi kökenli/kutsal (hilafet); “Beytu’l-Mal/Hazine” de -ağırlıklı olarak- “ganimet” kökenli olduğu için yöneticilere sınırsız tasarruf hakkı, halka da hırsızlık yapma hakkı doğmuş oluyor. Nitekim Muaviye, halka şöyle hitap etmişti: “Arz/Arazi Allah’ın, ben de Allah’ın Halifesiyim. Kendime ne almışsam, bana aittir; size de ne bırakmışsam, lütfumdandır.” (Belazûri, Ensabu’l-Eşraf. Beyrut. 1996. Cilt:5, s 27). Çünkü devlet malı, “herkesin” değil, “hiç kimsenin”, yani sahipsizdir (“Allahlık”). “Devlet malı deniz; yemeyen domuz” sözü, buradan çıkıyor. Bundan dolayı: “Hay’dan gelen, Hu’ya gider.” Buradaki  “Hay” da, “Hu” da, aslında Allah’tır: Kutsal görünümlü kurnazlık-sahtekârlık ekonomisi. Hoşafın “yağ”ı kesilince (“ganimet” elde etme bitince), fütuhat, Türkiye’de devlet malına yöneldi. Yaratıcı-icat çıkarıcı/inovasyon, üretim, endüstri, ticaret, alın teri, emek olmayınca; olacak, budur.

Oysa modern “devlet”, Avrupa’da Burjuva Devrimi’nden sonra: “Toplum Sözleşmesi”, “Vergi Hakkı” ve “Hukuk Devleti” olarak doğdu. Yani iktidar, halkın temsili olarak; devlet malı (hazine) da “herkesin malı” olarak vazedildi. Muhalefete ise iktidarı denetleme yetkisi verildi.

Türkiye’de siyaseti, kurucu başlangıçtan 1950’ye kadar ve ondan sonrası olmak üzere iki aşamalı olarak değerlendirmek gerekir. Birinci aşamada, “devrimci” bir heyecan mevcut iken; ikinci aşamanın ilk evresinde siyaset, devleti kurum ve kuralları (anayasa-hukuk) ile yönetmek iken; son aşamasında genellikle “parti” olarak örgütlenen bir zümrenin, bölgenin, etnik-dinsel ideolojik grubun, devletin -kamunun değil- kaynaklarını, “kitabına (kanun) uydurarak” kendi uhdesine geçirme faaliyeti olarak icra ediliyor. Bu faaliyetin illegal olanına ise “mafya” denir. Güçlü bir mafyöz yanımızın olduğunu herkes bilir.

Türkiye’de iktidara gelenler, devlet kaynaklarını, belediyelerde “hizmet satın alma”; bakanlıklarda “ihale verme”; bürokraside “sosyal tesis” yapma, “rüşvet” alma, “aracılık” yapma (‘Şık şık eden, nalçadır; işi bitiren, akçedir’, ‘Varsa pulun, olurum kulun; yoksa pulun, kapıdır yolun’), birkaç yerden maaş alma, astronomik maaşlar takdir etme; tarikatlarda “vakıf kurma”; vatandaş seviyesinde ise “gecekondu-kentsel dönüşüm” ve “sosyal yardım”  gibi hinlikler üzerinden gerçekleşiyor. Yani “Alan razı veren razı”, “Al gülüm, ver gülüm”. Halkımız, bu düzeni: “Çalıyorlar; ama çalışıyorlar (‘Bal tutan parmağını yalar’, ‘Harmana koşulan öküzün önünden alaf esirgenmez’)” şeklinde özümsemiş ve özetlemiştir. Son seçimlerin sonucu ise: “Çalıyorlar ama bizimle paylaşmıyorlar” tepkisiydi. Halkımız -genellikle- büyük hırsızlığa karşı değildir, küçük hırsızlığa ve kendisi ile paylaşılmamasına karşıdır.

Sonuç

Ahlaki bağlamda yöneten ile yönetilen arasındaki ilişki diyalektiktir. Metafizik düzlemde de öyledir: “Kör, Allah’a nasıl bakarsa; Allah da köre öyle bakar. Tanrı-insan ilişkisinde “Keyd-Mekr=Tuzak kurma” ilişkisi de böyledir. Siyasal düzlemde ise: “Siz, kendinizde olanı (ahlak-ahlaksızlık) değiştirmedikçe; Allah da sizin durumunuzu değiştirmez” (13/11). “Siz, nasıl iseniz; öyle yönetilirsiniz” (Hadis). “Tencere yuvarlanır, kapağını bulur”, “Kel başa, şimşir tarak”. Hâsılı, bireysel düzlemde düşünmeyi/akıl yürütmeyi ve vicdanı diri tutmayı başaramadığımız sürece, kurtuluş yoktur. Vicdan ölmüş/çürümüş ise; söz söylenemez; ancak dır-dır/gevezelik edilir; söz tutulmaz ve söylenen söze kulak asılmaz-dinlenmez; kulağa küpe yapılmaz; söz yaralamaz, savaş başlatmaz, savaş kesmez, “sözleşme (hukuk)” olmaz…

Karadeniz’in Güç Taşması: ‘Bize Her Yer Trabzon’

Karadenizli olup, etnik kökenini önemseyen-unutmayan veya önemsemeyen; “İnsan”, “Vatandaş”, “Mü’min” olmayı, köken saplantısından daha önemli olarak görüp; ülke, devlet ve ayrım yapmadan toplum için canla-başla çalışan sayısız insanımız var. Hocalarım (Rizeli) Hüseyin Atay ve M. Said Yazıcıoğlu (Trabzonlu) ve kardeşi rahmetli Vali Recep Yazıcıoğlu, benim tanıdıklarımdan bir-ikisidir.

Aşağıda yapacağım analiz, “bir kısım” Karadenizlileri kapsamaktadır. Yazıdan –el çabukluğu ve kurnazlık ile- birileri bir “Türk ırkçılığı” veya bir bölgenin aşağılanması ithamını çıkarmaya kalkışmasın. İddia, tam tersidir: Bir bölgenin bir kısmı, Türkiye’nin gerisini aşağılamaktadır. İddialar, bir gözleme-yoruma dayanmaktadır. Söylediklerimde hilafı-ı hakikat varsa, isteyen çıksın eleştirsin, gerekçeli olarak reddetsin.
Karadeniz Bölgesi, coğrafi ve etnik kökeni ile kendine has özellikleri olan bir bölgemizdir. Artvin, Rize, Trabzon, Giresun, Ordu ve Samsun illerini kapsar. Samsundan batısı, “Karadeniz” diye anılmaz, çağrılmaz. Artvin- Rize-Trabzon, “Öz-Karadeniz” olarak diğer illerden ayrılır. Bu ayrımı belirleyen temel husus, “Öz-Karadeniz”in Gürcü (Artvin)-Laz (Rize)-Pontus-Rum (Trabzon) etnik kökenlilerin, diğer illerden daha fazla olmasıdır. Coğrafya da, “Öz-Karadeniz”de denize daha diktir ve çay bitkisi gelinceye kadar, Tarım, imkânsızdı. Diğer illerde (Giresun-Ordu-Samsun) etnik olarak “Türk” kökenlilerin sayısı, diğerlerine eşit gibidir. Öz-Karadenizliler için “hîn- i hacette” ikinci sırada yer alırlar. Öz-Karadenizliler, -Sayın Erdoğan’ın deyimi ile- kendilerini: “Bizim Uşaklar” diye çağırırlar.

Yetmişli yıllarda Rizeliler yaylacılık, fırıncılık, balıkçılık; Trabzonlular müteahhitlik ve ticaret ile uğraşırlardı. Rize ve Of’ta “meslek” olarak Din-adamı (Ofli Hoca-Cübbeli Ahmet) yetiştiren bir Medrese geleneği de mevcuttu. Pontus-Rum döneminde de –aynı saikler ile- buralarda Papaz yetiştiriyordu. Ayrıca bölgede gizli olarak sürdürülen “El Yapımı” silah (Tabanca) imalatı, bugünkü “İHA” ve “SİHA” ların ve bir ölçüde Savunma Sanayisinin gelişmesinde bu bölge insanının “silah merakı”nın belli bir katkısı, inkâr olunamaz.

Ellilerden itibaren Karadeniz bölgesinden Türkiye’nin her yerine ve özellikle İstanbul’a ilk göçün olduğu malumdur. İstanbul’a göç, Karadenizlileri ticarette ve inşaatta (müteahhitlik-emlak) söz sahibi yaptı ve paraya ulaştırdı. Bu sayede, R. T. Erdoğan, doksanlı yıllarda İstanbul Belediyesine Başkan seçilebildi. Mesut Yılmaz’ın, aynı dönemlerde merkezi siyasette etkin olması da tesadüf değildir. İstanbul’da şu anki muhalefetin Belediye Başkanının (E. İmamoğlu) da Trabzonlu olması, İstanbul’daki “Karadeniz” gücünü ortaya koyar. Türkler İstanbul’u Yunanlılardan fethetti; Karadenizliler de, İstanbullulardan. “Kanal İstanbul” ise, İstanbu’lu Araplara pazarlama projesiydi. N. F. Kısakürek’in bir zamanlar Devrimcilerin (Balkanların/Suyun o tarafı) hegemonyası karşısında Anadolu insanının (asker/çeri-manav-çiftçi) durumunu ifade etmek için söylediği :“Öz vatanında garipsin; öz vatanın da parya” dizeleri, bugün “Öz-Karadenizliler” karşısında etnik olarak “Türk”lerin politik-ekonomik konumunu tasvir eder gibidir: “Adı bizim; tadı sizin” . Karadenizliler, bu duruma: “Kıskanma, ne olur; çalış, senin de olur.” diyeceklerdir; ancak, kazın ayağı, öyle değil. Çalışma veya ehliyet/liyakat ile olmuyor; “hem-bölge/hem-şehri” dayanışması ve “mülakat”la oluyor.

Son yirmi yılda Metropollerde ve sahillerde yabancılara emlak satışının ve Güney ve Doğu sınırlarından –makul gerekçesi olmayan- Göçmen/Mülteci kabulünün(sayıları çoktan 10 milyonu geçti) anlamı nedir? “Vatandaşlık” satmada (Bir zamanlar 250 bin dolardı; sonradan 400 bin dolara çıkardılar) ve dağıtmadaki bu cömertlik nereden geliyor? Ayrıca “Para” uğruna, şehit kanları ile sulanmış “Vatan Toprağı” satılır mı?

Anadolu insanının binlerce yıllık tecrübesinin sonucunda edindiği: “Toprak satılmaz” akide ilkesidir. Aç yatmak, toprak satmaktan daha haysiyetli değil mi? Hani: “Toprak, eğer uğruna ölen varsa; “Vatan”dı? Anadolu, yoksa kasti olarak “Türk Yurdu” olmaktan çıkarılmak mı isteniyor? Yeni hazırlanacak Anayasa taslağında “Türk” isminin çıkarılmak istenmesi, neyin nesi? İngiliz muhibbi Fesli Kadir, Şevki Yılmaz, Mustafa Armağan, İsmail Kahraman… gibi isimlerin Ata TÜRK karşıtlıklarının temelinde 1925 de Şapka kanununa isyan sonucu Hamidiye Kruvazörünün, Rize’yi bombalaması, Trabzon mebusları Ali Şükrü ve Topal Osman olaylarının rövanşı mı var? Bu “Ümmet-İnanç Toplumu” oluşturma politikasının-projesinin arkasında ABD ve İngiltere’nin hazırlamış olduğu “BOP” bağlamında teşvik ve desteklerinin rolü nedir?
Coğrafyanın sertliği (deniz-dağ), bölge insanının karakterine de yansımıştır: Sert mizaç ve gözünü budaktan sakınmama; doğal olarak çalışkanlık, ekmeğini taştan çıkarma ve biraz da mafyalık (Laz İsmail). Bu çelik çekirdek (”Gürcü-Laz-Rum”) ortak paydasında kendini bölgesel bir dayanışmanın içinde buldu: “Karadenizlilik”. Osmanlı döneminde üçü de “Müslüman”laşarak oluşan bu ortaklık; Türkiye Cumhuriyeti döneminde “vatandaşlık” anlamında nominal “Türk”lüğü de rahatça benimsedi; ses çıkarmadı. Kürtlerin bir kısmında olduğu gibi, bir itirazda bulunmadılar ve “Bölücülüğe” de iltifat etmediler; köklerini unutmadılar; daha ziyade “İş” lerine baktılar ve işlerini yürüttüler.

İki binli yılların başında kurulan AK Parti, patronajını(finansman) büyük ölçüde Karadenizlilerin oluşturduğu bir “koalisyon”du. Partide, Bürokraside ve Belediyelerde giderek Karadenizlilerin sayıları arttı. Hatta bir dönem kabinede dokuz tane “Gürcü” kökenli Bakan vardı. Karadenizliler, Ak Parti tarafından her şehirde ve ilçede Belediye Başkan veya milletvekili adayı yapılabilmektedir. Ak Parti, İslam/din vurgusu ile “Gayri Türk”lerden destek alırken; -zayıflamasına paralel olarak- “Milliyetçilik” vurgusu ile de (Cumhur İttifakı), taşrada “Türk”lerden destek almaktadır.

Parti, Merkez-Sağın iki binli yılların başında çökmesi ile R.T. Erdoğan tarafından, “Krizi Fırsata Çevirmek” ve “Kazan-Kazan (Win-Win)” formüllerine göre kurulmuş; hemen herkes nezdinde pür-pozitif birer kavram ve değer olan Din/İslam ve Demokrasinin, daha ziyade sos-süs yapıldığı (”Muhafazakâr Demokrat”); derininde/dibinde ise, “Anonim Şirket” ruhlu siyasal bir yapıdır. Partinin kuruluş çatısını-ruhunu ve temel motivasyonunu, burada “ibadet” saiki ile siyaset yapan bazı zevatın niyeti ile karıştırmamak lazım. Parti, İslam ve Türklüğün desen olarak-amblem olarak kullanıldığı bir anonim şirkettir(koalisyon). Patronajı “Öz-Karadeniz”lilere ait olmak kaydıyla, “Taş-ören” olarak Türk, Kürt, Arap…ın çalıştırıldığı, istihdam edildiği bir şirket.

Sayın Erdoğan’ın oluşturduğu ve muhalefet tarafından “Beşli Çete” olarak isimlendirilen ve büyük devlet ihalelerini alan şirketlerin sahipleri veya ortakları, büyük oranda Karadenizli olduğu gibi; devletten “Teşvik”ler alan veya vergileri silinen-vergiden muaf tutulan şirketlerin arasında bir hakkaniyetin olmadığı söyleniyor. Son yirmi yılda para kazanmanın, zengin olmanın yolu endüstri, innovasyon, üretim ve ticaretten giderek siyaset erbabı/esnafı ve bürokrat olmaya kaydı. Siyasetçi-Bürokrat milyrderlerimiz var. Uzun süreden beri yerleşmiş, kökleşmiş, palazlanmış, alışmış(kudurmuştan beterdir), bir içgüdü ve güç istenci, kendini suret-i haktan göstererek salt “Hizmet” ettiğini iddia etmektedir. Bu politikalar, Hz. Osman’ın “Kabilecilik” ile şahsına “Sadakat”ı birleştiren din soslu “Hilafet” politikalarına benziyor.

Futbol, eğer bir yönü ile şehirlerin zenginlerinin el attıkları ve onur/gurur savaşı yapmanın birer aracı/aparatı ise; İstanbul sermayesinin yönetiminde olduğu Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş kulüplerinin yanında; “Trabzon Spor”, dördüncüdür. Karadeniz’de biriken güç, kendini maçlarda “Bize Her Yer Trabzon” sloganı ile dışa vuruyor. 17 Mart 2024 de Trabzon’da oynanan Fenerbahçe-Trabzon karşılaşmasında Fenerbahçe’nin 3-2 galip gelmesi ile seyircilerin sahaya inmesi, benzer bir güç taşmasının son örneğidir.

Eskiden iktidar partisi, kabineyi oluştururken, bütün bölgeleri göz önünde tutar ve illeri küstürmemeye çalışırdı. Bakanlık ve bürokrasi bölgelere göre adil olarak paylaştırılmaya çalışılıyordu. Uzun süreden beri bu teamül, ortadan kalktı. Kabinenin ve bürokrasinin ve Belediye Başkanlarının büyük bölümü “Karadenizliler” den oluşuyor. Diğer bölge vatandaşları bunu kendi aralarında dillendirse de; İktidar, hiç umursamıyor. Memlekette onca genç işsiz-güçsüz gezerken; Karadeniz’de Eşekler bile işsiz değil. Rizeli zengin bir işadamı arkadaşıyla telefonda konuşurken; arkadaşının: “Neredesin?” sorusuna, büyük bir öz-güven patlaması ile –ve şaka yollu- “Rize “il”inin Ankara “ilçe”sindeyim.” diyebiliyor. Kadıköy’de Rıhtımda bir dolmuş şoförü, Karadeniz müziğini sonuna kadar açarak, trafikteki herkese fütursuzca dinletebiliyor. Çünkü trafik polislerinden korkusu yoktur.

Türkler -İmparatorluk kurmuş bir halk olarak-, Cumhuriyet döneminde hiçbir ayrım yapmadan Balkanlardan ve Kafkaslardan gelip buraya yerleşen veya burada meskûn farklı etnik kökenli gruplara eşit muamele yaptılar. Devrimcilerin bazı “kurucu-günah”larını hariç tutarsak; halkın kahir ekseriyeti, buradaki topluluklara karşı “Milliyetçilik” yapmamaktadır. Mevcut etnik grupların, kendi aralarında dayanışması-yarışması da anlaşılabilir bir şeydir. Ancak, şu anda olan “Üçlü-Bir (Gürcü-Laz-Rum)” dayanışmasının, daha doğrusu “Karadenizliliğin” siyaseti ve iktisadı “a-normal” bir şekilde manipüle etmesi, başta etnik Türk kökenliler olmak üzere “diğer”lerinin gözüne batmakta ve onlara biraz ağır gelmektedir. Mırıldanmalar şöyle: “Ayıp oluyor beyler”; “Hepimiz, din kardeşiyiz” ; “Allah, adamı çarpar.”

Hâsılı, İktidar/tahakküm/sulta kurmak ile “Devlet/Hukuk” kurmak, birbirinden ayrı şeylerdir. Birincisi, güçlü bir içgüdü; ikincisi, yüksek bir kültür gerektirir.

Dindar ve Dinsiz Vicdanın Farkı Üzerine

Vicdan, doğuştan geldiği bilimsel deney ve gözlemlerle ispatlanmış; aile ve toplumun (Süper-Ego) yönlendirmesine açık, insandaki ahlaki kapasitedir. Meziyeti, ahlaki doğruyu teşhis etme yetisidir. Ancak, “Ahlaki doğru nedir?” diye sorduğumuzda, işler karışmaktadır. Vicdan terazi, metre, saat, pusula vb. gibi kesin-maddi bir ahlak-ölçer/alet değildir; sübjektiftir. Toplumsal hayatta inter-subjektivite/oydaşma/icma olarak gelenek, örf, adet, yasa, atasözü, kural, hukuk, kurum olarak somutlaşır. Toplumdan topluma, bireyden bireye değiştiği gibi; bir toplumun ve bireyin kendi tarihinde de değişir. Değişimin sebebi, doğrunun/hakikatin, duruma bağlı oluşudur. Duruma bağlı olmayan/sabit hakikatler de vardır.

Her bir insan tekine ait yaratıcı bir öznelliği, özgünlüğü, özgürlüğü, kendi-özlüğü olduğu gibi; toplumsal kültürün/geleneğin (Süper-Ego) bireydeki yansıması ve kristalleşmesi de olabilir. Bir toplumun medenilik kriteri, özgür insanların, bilinçli (vicdanlı) olarak yarattıkları dayanışma, oydaşma, icma, birlik, bütünlüktür. Vicdanın aktif, diri olup sızladığı, kanadığı toplum, ideal toplumdur. Vicdanın dumura uğraması demek, bireyin toplumda egemen olan inanç, adet, gelenek ve göreneklere körü körüne, mukallit olarak teslim olması, uyması veya içgüdülerine, bedensel hazlarına kapılıp hayvanlaşmasıdır. Utanma, vicdanın en kesin tezahürüdür. Arsızlık, utanmazlık, vicdansızlıktır. Aldırış etmek, aldırmak, duyarlı olmak, oralı olmak, ihtimam göstermek, düşünceli olmak, empati-sempati göstermek, merhametli-şefkatli olmak, acımak vicdanlılıktır.

Bu yazıda “dindar”ın vicdanı ile “dinsiz”in vicdanının içinde bulunabileceği muhtemel durumlar üzerinde duracağız. Dinli-dinsiz her ikisinin de içine düşebileceği en kolay tuzak, naif bir “istiğna” hali, yani kendini yeterli görme veya kasti “istikbar”, yani kendi ile büyüklenmedir: “Ben, hakikatim” veya “Hakikat, bende”dir. Şimdi bu durum, dindarda ve dinsizde nasıl ortaya çıkıyor, ona bakalım:

Dinsiz Vicdanın Halleri

Dinin dibi-özü, Tanrı inancı olduğu için; dinsiz vicdan kavramı ile kastedilen, “Tanrı” diye bir otoriteye inanmamak demektir. Bu vicdan, varlığını, hayatını borçlu olduğu, şükran ve minnet duyacağı aşkın, kadim/sonsuz, yaratıcı (Hâlik) bir varlığın/gücün olduğunu kabul etmez. “Bu değirmenin (Güneş sistemi, eko-sistem ve insan) suyu nereden geliyor?” ahlaki sorusunu sormaz. “Üzümü ye; bağını sorma” modunda yaşar. Dolayısıyla, ondan direkt/doğrudan (ilham) veya dolaylı (peygamber/vahiy) olarak öğrenebileceği ahlaki bir şeyin olduğunu da kabul etmez. Hayatın tesadüfle oluştuğuna inandığı için; ölüm ile de yokluğa karışacağına inanıyor demektir. Yaşam, biricik olduğu için; onu, dolu-dolu yaşamak, yaşamın tadını çıkarmak, hazlı-hızlı, zevkli, neşeli ve mutlu yaşamak, çoğunluk için, hayatın önemli bir amacı/gayesi haline gelir. Yaşamda metafizik/maneviyat/aşkınlık olarak bir “uğrundalık” yoktur. “Araçsal Akılcılık (Pragmatizm)” olarak, yaşama daima bir “…için”lik egemendir.

Hayatı böyle yaşamak için, ekonomik kaynaklara ihtiyaç vardır. Herkes bu kaynaklara sahip olmak ister; fakat kaynaklar, yeryüzünde sınırlıdır. O zaman: “Ya ben ya sen” durumu ortaya çıkar. Dinsiz insan için “vicdansızlık”ın zuhur edebileceği en kritik yer burasıdır: “Ölüm dahi, eğer o, hâlâ gerçekten yaşanmamış bir yaşamın sonunu oluşturuyorsa; daha da korkunç olur. Bu nedenle ölüm korkusu, daha çok ölümden sonrasına yönelik değildir; aksine, boşa çıkan umut ve beklentilerin son bulduğunun kesinliği karşısında, ölümden öncesine ilişkin duyulan dehşeti yansıtır.” (Alexius J. Bucher, “Yitirdiğimiz Suçsuzluğumuz Ya da: Özgürlüğün Saldırgan Gücü Üzerine”, Çev. Ali Irgat. Yüzyılımızda İnsan Felsefesi içinde, Haz. İoanna Kuçuradi, Ankara, 1997, s.218). “Bu olasılık karşısında insanın duyduğu korku, onu vahşice korunma stratejilerine: “Ya ben ya onlar” stratejisine, her şeyi kendi eline geçirme, her şeye sahip olma stratejisine götürür. Yani kötülüğün mekanizmasının içine taşır” (a.g.e., s.219). “Ruhları barbar olanların, kulakları ve gözleri kötü-yalancı şahitlerdir” (Herakleitos).

Zayıf bir ihtimal olsa da vicdan, kaynakları herkesle adil paylaşmayı da emredebilir. Marksizm, bir zamanlar böyle bir ütopyaya inandı: “Herkesten gücü-emeği oranında üretim/katkı; herkesin ihtiyacına göre paylaşım.” Ancak insanın bencil/egoist doğası, buna imkân vermedi. Siyasi bürokrasi kendi vicdansızlığı ile buradan acımasız bir “Parti Devleti” putu yarattı. Erich Fromm, bu seküler durumu şöyle tasvir eder: “Modern insanı sarmalayan peçeyi kaldırıp altına bakacak olursak, birey sayısı kadar çeşitli olan ilkel din biçimleri ile karşılaşırız. Bunların birçoğuna ‘Nevroz’ denmektedir. Ama bunlara gerçek dinsel adlarını koymak da mümkündür: Atalara tapınma, Totemcilik, Puta tapma, Törencilik, Temizliğe tapınma…” (Erich Fromm, Psikanaliz ve Din, Çev. Şükrü Alpagut, İstanbul, 1990, s.37.).

Immanuel Kant’ın “Ödev Ahlakı” teorisinde olduğu gibi, “Kategorik Buyruk”a uyarak vicdanlı olma imkânı da vardır. Ancak, bir Nazi subayının, Nürnberg yargılamalarında itiraf ettiği gibi, bu ilkeye samimiyetle uyarak, Yahudileri gaz odalarına gönderdiği gerçeğini de unutmamak gerekir. “Benim yerimde her kim olsa, bu işi, gönül/vicdan rahatlığı ile yapardı.”

Kapitalizm ve Liberalizm sistemleri, Pragmatik ve Faydacı (Utilitarist) ahlak teorilerine yaslanarak, insanın vicdanına güvenerek (Hümanizm) politik ve iktisadi hayatı tanzim etmeye çalıştılar. Buradan da iki dünya savaşı ve dünyanın kolonileştirilmesi, yani Emperyalizm çıktı.

Yapay zekâ, dijital teknoloji, Dataizm, “güç istenci” ve bir sonraki aşaması “İstemeyi İstem”in (Will to Will), dinsiz vicdanın hayatı uzatma, insanın biyolojik sınırlarını genişletme ve elinden gelirse ölümsüzleşme projeleri olarak, hayatı, ruhtan-duygudan (vicdan) çiplere-robotlara aktarma işlemi olarak yeryüzünde insanlık için nasıl karanlık sonuçlar doğuracağı henüz meçhul.

Dindar Vicdanın Halleri

Dindar vicdan kavramı, aslında çelişik bir tabirdir. Çünkü “dindar” kavramı, genellikle -vicdanı iş başında olanı değil-; dinin “ilahi” emirlerini kendine kesin düstur edinmiş; vicdanını buna koşmuş, onları çoğunlukla körü körüne/taklit yolu ile tekrarlayan samimi insan demektir. Dindarın yaptıklarının “doğru”luğu, kendisine verilen ve kendinin de -çoğunlukla- körü körüne inandığı kesin ilkelerin, Tanrı’nın emirlerini ne kadar yansıttığına bağlıdır. Bunu başaracak olan da kendine “din-adamı (papaz-haham-imam)” veya “teolog/ilahiyatçı” denen kişinin yorum gücüdür. Dindar insanın vicdanı, inandığı “Tanrı”nın kavramına, karakterine, kişiliğine, sıfatlarına, imgesine göre şekillenir. Nihai otorite “Tanrı” imiş gibi görünüyorsa da aslında o imgeyi/kavramı/karakteri de yine vicdan oluşturuyor. Şöyle ki: 1- Peygamberin vicdanını kullanan Tanrı, “vahiy” yolu ile kendine Rahman ve Rahim bir karakter oluşturuyor (Esmau’l-Hüsna); 2- Ya da din adamları, teologlar ve mü’minlerin kendisi, “yorum” yolu ile bir imge/tasavvur oluşturuyor. Peygamberlerin Tanrı imgesi, insanlara karşı merhameti ve adaleti esas alır. Tanrı’ya minnet-şükran (iman) ve onun hatırını saymak ve rızasını kazanmak dindarlığın bir yüzünü; hemcinsimizin yüzünü-gözlerini muhatap alma, masumiyetin esas oluşu, mağduriyeti giderme, merhamet ise ikinci yüzünü oluşturur. Teologlar, din adamları veya mü’minler Tanrı’yı mutlak güç; imanı da kör-inanç olarak taklide dayandırırlarsa; o zaman şiddet, zorbalık ve işkence Tanrı adına kolayca meşrulaştırılabiliyor. Dinler tarihi, bunun şahididir.

Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler romanında kahramanlarından birine söylettiği: “Eğer Tanrı yoksa, her şey mubahtır” cümlesi, bazı dinsiz vicdanlar için doğru olabilir; ancak bazı ateistlerin, tersinden iddia ettikleri gibi: “Eğer Tanrı varsa, her şey mubahtır” cümlesi de bazı dindarlar açısından doğru olabilir. Ateistin durumu Kur’an’da: “Arzularını ilahlaştıranı gördün mü?” (45/23)  diye tasvir edilirken; dindarların durumu ise: “Allah’a iftira edenden daha zalim kim olabilir?” (29/68; 61/7) diye tasvir edilir. Ateistlerin durumunda vicdanın, kendi kendine her şeyi meşrulaştırma ihtimalini belirtirken; dindarların durumunda, arzuların, güç istencinin ve zorbalığın, Tanrı kavramı “aracılığı” ile dolayımlanabileceği ihtimalini ifade eder. Bir kabileye, ulusa veya dine körü körüne/taklit yolu ile bağlanmanın/güvenmenin oluşturduğu ahlaki bilinç durumlarının doğası hakkında Erich Fromm şöyle diyor: “İster ilkel kabilevi, ister ulusal, isterse de dinsel yapıda olsunlar, bu toplulukların çoğu, kendi varlıklarını sürdürmek ve önderlerinin/liderlerinin gücünü yüceltmek isterler. Kendi müntesiplerini, dışarda olup kendileri ile çatışanlara karşı kışkırtmak için, müntesiplerinin ahlaki duygularını sömürürler. Ama bir yandan da müntesiplerinin ahlak duygusunu, yargılama yeteneğini boğmak için kişiyi kendi grubunun ahlaki tutsağı durumuna getiren ensest türü bağlardan yararlanırlar. Böylece, müntesipler, ahlak ilkeleri başkalarınca çiğnenince, şiddetle karşı çıkarlarken; aynı ilkelerin, kendi müntesiplerince çiğnenmesine asla ses çıkaramaz hale gelirler.” Erich Fromm, Psikanaliz ve Din, Çev. Şükrü Alpagut, İstanbul, 1990, s.82.)

Türkiye’nin Vicdan Karnesi

Mehmet Âkif’in Safahât adlı manzum eseri, Osmanlı’nın çöküş döneminde dinsel vicdanın içinde bulunduğu durumu gayet iyi tasvir eder. Cebir anlamında bir tevekkül, softalık (Medrese) ve miskinlik (Tekke) olarak var olan dinsel bir muhayyile. İttihat ve Terakki’nin Batıcı ve Türkçü kadroları, bu muhayyileyi reddederek bireysel akıl ve vicdan üzerine vurgu yaptılar. Cumhuriyet’in kurucu kadrosundan M. Kemal’in “Hayatta en hakiki mürşit, ilimdir-fendir” özdeyişi, bu gerçeğin bir yansımasıdır. Cumhuriyet’in devrimci kadroları, ölü bir muhayyile olarak gördükleri Şeriat-Tarikat ve Hilafeti ilga ederken; ortada bireysel vicdan ve bilimsel yaratıcılığa kadir bir vüsat-istitaat olmadığı için, kolayca Batı taklitçiliğine savruldular. Osmanlı’nın geleneksel giysilerine/kıyafetlerine karşı çıkarken; yaratıcılıkları-yenilikleri, “Melon Şapka”ydı: “Bir şapka, bir maymun, bir eldiven/ve inkılap” (N. Fazıl). Cumhuriyet döneminde özlenen (?!) seküler ahlaki bir vicdan ve bilimsel yaratıcılığın ortaya çıkmaması, anlaşılmaz değildir.

1950’lerden itibaren tekrar yeşeren ve giderek palazlanan geleneksel dinsel bilinç, kendini önce “Sağcılık”; sonraları ise Milliyetçilik-Mukaddesatçılık-Muhafazakârlık ve Millî Görüş-İslamcılık olarak toplumsal hayatta ifade etti. Bu kişilerden ve bunların kanaat-siyaset önderlerinden, din adamlarından, karizmatik liderlerinden, şairlerinden, şeyhlerinden, “din/İslam-Sünnilik” Osmanlı’da neyi tutuyor ve neyi de tutmuyorsa, bunların dışında yaratıcı ve yeni bir şeyler görmedik. Bunlar, “Vaz-ı Cedit” yerine; bit pazarına nur yağmış gibi “Keşf-i Kadim” peşinde oldular. Bu da toplam olarak 2000’lerin başına kadardı. Ondan sonra da, -gömlek değiştirerek- “Biraz da biz ölelim” fehvasınca, yiv-set-kayış atarak, yalama yaparak “kitabına uydurarak”, “Hile-i Şeriyye”lere başvurarak eski ayak bağlarından kurtuldular. İbadetlerini boyunlarına asarak (taklit), kalpsiz (vicdansız) ve de “imansız” (ama itikadları/amentüleri bütün olarak) iktidarda arz-ı endam ettiler. Ama eğri oturup doğru konuşarak- itiraf edelim ki bütün bunlar, “Zeit-geist”ın (Çağın Ruhu) gölgesinde oldu. Çağın Ruhu ise, Güney Kore kökenli Alman Filozof Byung Chul Han’ın teşhis ettiği gibi büyük (Tanrı) ve küçük ötekinin (insan), acının, sabrın, ruhun, mahremiyetin, fedakârlığın, kutsiyetin… kovulduğu; narsisimin, performansın, başarının, hazzın, hızın, şeffaflığın, başıboşluğun (özgürlük), palyatifliğin, yapay zekânın (Dataizm)… yükseldiği bir dönemde oldu. Böyle dönemlerde Lokman Hekim veya Sokrates olmak sokak insanı için hayli zordur.

Herkes için/ortak doğru, iyi, adil, hak-hakikat belirlemede “Hakiki Mürşit”in kim veya ne olduğuna devrim ile karar verip derin bir ihtilafa düşmüş ve yer yer düşmanlaşmış bir atmosferden, iklimden çıkmak, herkes için ilk adım olmalı. Tanrının umut bağladığı “insan”dan bizim umut kesme hakkımız olamaz.

Sonuç: Uykusuzluk ve Eşikte Durma Olarak Vicdan

Toprağın içindeki altın misali, içgüdülere/biyolojiye ve tarihe/topluma/geleneğe gömülü olan vicdanı ortaya çıkarmak -zor olsa da- mümkündür. Vicdan, buralarda kendini kolayca kandırır. İnsanlığın tarihsel macerası ve bugün geldiği nokta bunu rahatça göstermektedir. Dinsizler, arzuların ve içgüdülerin içine karışmış olduğu bir “akıl” kavramı/tapınımı ile kendilerini kandırırken; dindarlar da yorum yolu ile oluşturdukları bir “Tanrı” veya “hakikat” imgesi ile kendilerini kandırabilmektedirler. Dinsizler ve dindarlar için de ortak çıkış yolu, sürekli tetikte olmak, teyakkuzda olmak, kül yutmamak, uykusuz olmak, eşikte durmaktır: “Ahlak yolu dardır; tetik bas, önü yardır” (Z. Gökalp). Vicdanı diri tutmak asıldır. Kur’an’da şöyle denir: “Peygamberin, vicdanı diri olanları uyarması… için Kur’an’ı indirdik” (36/70). Vahiy, insan vicdanı (lübb, basiret, şehit, fuad, kalb-i selim…) ile çalıştığı gibi; onun inter-subjektif/icma/oydaşma ürünü olan örf ve marufa da itibar edilir. O, dumura uğradıktan sonra, konuşmak gevezelik ve dırdırdır. Vicdan daima sızlar, kanar; “rahat” ettiğinde, çürüme-dumur, paslanma, taşlaşma, katılaşma ve hastalık başlamıştır. Vicdan, ötekini dinlemeye daima hazır olmaktır: “Eğer dinlemiş olsaydık veya akletmiş olsaydık; cehennem ehlinden olmazdık” (67/10). “Sular yükseldiğinde, inananları gemide kurtardık ki, (olay anlatılınca), kulak kesilen/kulak asan/kulak kabartanlar, dinleyip ibret alsınlar” (69/11-12).

İstiğna ve istikbar, “şeytanlık” olarak herkesin baş düşmanıdır. Tevazu ise dostluğun anahtarıdır. Teyakkuz-tetikte olma durumu, dindarlarda “takva” olarak isimlendirilir. Takva hakkında Fazlurrahman şöyle diyor: “… ‘Takva’ kavramı ile ima edilen bu ‘kendini inceleme/nefis muhasebesi’, hiçbir zaman kendini her şeyden masun görme anlamına gelmez. Tam aksine; takvanın anlamının ayrılmaz bir parçası şudur: Bir insan davranışlarını düzenlemek için, kendini mümkün olduğu kadar nesnel şekilde nefis muhasebesine çekse de hiçbir zaman doğruyu seçtiğine dair bir garanti yoktur. Eğer bu nefis muhasebesi tek başına yeterli olsaydı, ‘Hümanizm’ mükemmelen işler ve böylece ‘Aşkın’a (Allah) ihtiyaç kalmazdı. Fakat insanların vicdanlarının ne kadar sübjektif olabileceğini biliyoruz. İşte ‘takva’, bizzat bu ‘Aşkınlık’a işaret eder. Zira, onun ima ettiği şey, her ne kadar seçim bizim, çaba/fiil de bizimse de; bizim yapıp-etmelerimiz hakkındaki nihâi ve gerçekten nesnel değerlendirme, bizim değil; Allah’ın yetkisindedir” (Fazlurrahman, “Kur’an’ın Bazı Temel Ahlaki Kavramları”, Çev. Adil Çiftçi, Allah’ın Elçisi ve Mesajı içinde, Ankara, 1997, s.14).

Allah da şöyle diyor: “Ey iman edenler, eğer muttaki olursanız, o, size iyiliği kötülükten ayıracak bir anlayış verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar” (8/29). “Kim muttaki olursa, Allah ona bir çıkış yolu açar…” (65/2).